18 Aralık 2011 Pazar

Hürriyet / 21.10.1999

Hürriyet'in ''Denizanası'' Gafı

Hürriyet gazetesinin 21 Ekim 1999 tarihli sayısında"Denizanaları Evrim Harikası" başlıklı bir haber yayınlandı. Haber, evrim teorisini körü körüne de olsa ısrarla savunmaya kararlı olan medya kesimlerinin, artık her türlü bilimsel kaygıyı bir kenara bırakıp, tamamen propagandaya başvurduklarının bir ispatı niteliğindeydi.

Çünkü haberde "denizanaları evrim sürecinin en başarılı örneklerinden biri" deniyordu, ama bu iddiayı destekleyebilecek tek bir bulgudan bile söz edilmemişti. Haberi yazanlar, bir yerde resmini görüp de beğendikleri bu canlıyla ilgili bilgilerin yanına, "evrim" kelimesini sıkıştırmaktan başka bir şey yapmamışlardı.

Gerçekte ise denizanaları evrim teorisinin lehinde değil, aleyhinde bir delildir. Çünkü evrim teorisi ne bu canlıların kökenini, ne de nasıl olup da 600 milyon yıl boyunca hiç değişmeden bugüne kadar gelebildiklerini açıklayabilmektedir.

Önce birinci konuyu, yani bu canlıların kökenini ele alalım. Denizanaları, daha diğer pek çok farklı omurgasız deniz canlısı türü gibi, 600 milyon yıl kadar öncesine uzanan Kambriyen devirde ortaya çıkmıştır. Kambriyen devir öncesindeki fosil katmanlarında ise, tek hücreli bakteriler dışında hiç bir canlı türü yoktur. Yani deniz anaları ve diğer omurgasızlar "aniden" ortaya çıkmışlardır. Bu o kadar açık bir gerçektir, evrim teorisinin ünlü savunucusu Richard Dawkins bile, The Blind Watchmaker adlı kitabında "(Kambriyen canlıları), ilk olarak ortaya çıktıkları halleriyle, oldukça evrimleşmiş bir şekildeler. Sanki hiçbir evrim tarihine sahip olmadan, o halde, orada meydana gelmiş gibiler" demek zorunda kalır. (Richard Dawkins, The Blind Watchmaker, London: W. W. Norton 1986, s. 229)

Canlıların bir anda, hiç bir ataları olmadan ortaya çıkmaları ise, evrimin değil, yaratılışın delilidir.

İkinci konu ise, bu canlıların ortaya çıktıkları dönemden itibaren hiç bir "evrim" geçirmemiş olduklarıdır. En eski denizanası fosilleri ile günümüzdekiler arasında fark yoktur. ABD'deki Northwest State College üniversitesinden ünlü biyolog Jerry Bergman, bir makalesinde denizanaları ve diğer türler için geçerli olan bu "değişmezlik" durumunu şöyle açıklar:

"Şu anda yaşamakta olan çoğu bakteri türü, böcekler,denizanaları, sürüngenler ya da balıklar, fosil kayıtlarında bulunan en eski atalarına çok büyük bir benzerlik göstermektedir." (Jerry Bergman, Some Biological Problems With The Natural Selection Theory, CRS Quarterly, Volume 29, Number 3, Aralık 1992)

Elbette bir canlının 600 milyon yıl boyunca değişim geçirmemiş olması, evrimin değil, yaratılışın bir delilidir.

Kısacası paleontolojik bulgular, denizanalarının evrimle ortaya çıkmadıklarını, aksine yaratıldıklarını ispatlamaktadır. Bu canlıların Hürriyet gazetesinde de kısaca değinilmiş olan kompleks yapıları ise, bu canlıların bilinçli bir tasarımın ürünü olduklarını, yani yaratıldıklarını bir kez daha gösterir.

İlginç olan, Hürriyet'teki "Denizanaları Evrim Harikası" başlıklı yazıyı kaleme alanların, evrim teorisini açık bir biçimde geçersiz kılan bir delili bile "evrim kanıtı" sanmalarıdır. Bu, evrimcilerde yaygın olan dogmatik bakış açısının iyi bir örneğidir. Bu bakış açısı, yüzyılın ünlü bilim felsefecisi Karl Popper tarafından da teşhis edilmiştir. Popper'in belirttiğine göre, Darwinistler, doğayla ilgili gördükleri her şeyi "evrimin delili" olarak algılayan ve bu nedenle de bilimsel düşünceden yoksun olan kişilerdir.

Ne yazık ki Türkiye'nin büyük bir gazetesi olan Hürriyet'te de aynı bilim dışı zihniyet "bilimsellik" görüntüsü altında ifade bulmaktadır. Bir insan, bu yanlış bakış açısı ile gördüğü her şeyi evrime delil sanabilir. "Kuşlara bakın ne güzel uçuyorlar, tam bir evrim delili" diye düşünebilir. Ya da "balıkların renkleri ne kadar güzel, evrimin açık bir kanıtı" diye de avunabilir. Oysa gerçekte evrime delil sandığı bu canlılar, evrime değil, yaratılışa delildirler. Çünkü fosil kayıtlarındaki aniden ortaya çıkmaktadırlar ve hiç bir rastlantısal süreçle açıklanamayacak tasarımlara sahiptirler.

Hürriyet gazetesi ve evrimi savunma çabası içindeki diğer medya kuruluşları, bu bilimsel gerçekleri artık görmeli ve kendilerini komik duruma düşüren bu çabadan vazgeçmelidirler.

Hürriyet / 02.09.2003

Hürriyet’in Hipparion’u Atın Evrimine Kanıt Sanma Yanlışı
Hürriyet gazetesinin 2 Eylül 2003 tarihli sayısında Ürgüp’e bağlı Taşkınpaşa köyü mevkinde bulunan bir fosil haber verildi. "Atın Atası 10 Milyon Yıl Önce Anadolu’daydı" başlıklı kısa haberde, fosilin, Geç Miyosen devrinde yaşadığı belirlenen ve Hipparion olarak isimlendirilen canlıya ait olduğu yazıyordu. Hürriyet gazetesi Hipparion’un, atın atası olduğunu iddia ediyordu.

Atın evrimi, evrimcilerin uzun süre baştacı ettikleri bir dizi fosile dayanır. Ancak senelerce evrim kanıtı olarak gösterilen at serisinde sıralanan canlılar arasında düzenli bir gelişim olmadığı evrimci paleontologlarca da kabul edilmekte, böyle bir serinin doğada hiç yaşamadığı ifade edilmektedir. At serisi hakkındaki iddiaların geçersizliği onyıllar önce kabul edilmiştir. Atın evrimle ortaya çıktığını gösteren herhangi bir kanıt yoktur. Hürriyet gazetesinin Hipparion’la ilgili iddiaları ise canlılığın kökenine önyargılı bakış açısından kaynaklanmaktadır. Hürriyet gazetesine atın evriminin, Darwinizm’in kendisi gibi, bir efsaneden ibaret olduğunu hatırlatıyor ve yayınlarında daha objektif bir çizgi izlemesini tavsiye ediyoruz.

Atın evrimi konusunun bilimsel geçersizliğinin delillerini daha detaylı öğrenmek istiyorsanız Atın Evrimi Efsanesi başlıklı yazımızı okuyabilirsiniz.

Hürriyet / 15.12.2002

Hürriyet Gazetesinden Köpeklerin Kökeni Hakkında Hikayeler
15 Aralık 2002 tarihli Hürriyet gazetesinde "Bütün Köpeklerin Anası" başlıklı bir haber yayınlandı. Haberde, Science dergisinde yayınlanan 3 ayrı araştırma kaynak gösterilerek, köpeklerin sözde evriminden söz ediliyordu.

Haberde, soyu tükenmiş bazı memeli türleri, kurtların ve köpeklerin evrimsel atası gibi tanıtılmıştır. Hürriyet gazetesindeki haberde yer alan bilimsel yanılgıları görebilmek için, daha önce sitemizde National Geographic dergisine verilen "National Geographic'in Köpeklerin Evrimi Yanılgısı" başlıklı cevabı okuyabilirsiniz.
(bkz. http://www.netcevap.org/natgeo0201.html)

Hürriyet gazetesinin hazırladığı haberde göz ardı ettikleri

Hürriyet gazetesi, köpeklerin sözde evrimi ile ilgili haberinde yer verdiği iddiaları, kesinleşmiş bilimsel bulgular gibi okuyucuya iletmiştir. Oysa, haberin kaynağı olan Science dergisinde yer alan yazılarda, köpeklerin kökeni konusunda birçok farklı görüş olduğu birçok bilim adamı tarafından itiraf edilmekte, söz konusu araştırmaların sonuçları güvenilir bulunmamaktadır. Örneğin Georgia Üniversitesinden I. Lehr Brisbin, "Köpeklerin kökeni hakkında yayınlanan her şey tartışmalıdır" demektedir. (1)

Amherst, Massachusetts'teki Hampshire College'den davranışsal ekolog Raymond Coppinger ise Science dergisinde yayınlanan araştırmalar için "Bunlara inandığımdan emin değilim." diyerek, bu araştırmalara güvenmediğini belirtmiştir.(2)

Science dergisi yazarlarından Elizabeth Pennisi ise, köpeklerin evrimi hakkındaki çelişkili sonuçlardan bazılarını şöyle belirtmektedir:

Birçok hevesli, köpeklerin kurtlardan evrimleştiğini söyleyen standard hikaye konusunda hem fikirdir. Ancak bazıları köpeklerin örneğin birçok çakal türünden birinden... evrimleştiği konusunda ısrarlı. Diğerleri köpek evcilleştirmesinin birden fazla tür ile bir kereden fazla yapıldığını ve bunun köpek türünün içindeki çeşitliliği açıkladığını öne sürmekte. (3)

Bu iddiaların hepsi herhangi bir delile dayanmadan öne sürülen spekülasyonlar olduğu için, köpeklerin kökeni hakkındaki alternatif hikayelerin sayısını daha da artırmak mümkündür.

Science dergisi, her ne kadar evrim teorisinin dünyadaki bir numaralı savunucularından biri ise de, köpeklerin sözde evrimi ile ilgili çelişkileri ve bazı bilim adamlarının şüphelerini yayınlamaktan çekinmemiştir. Ancak Hürriyet gazetesi, aynı objektifliği gösterememiş, köpeklerin sözde evrimi ile ilgili hikayeleri kesin bilimsel gerçekler gibi okuyucusuna aktarmayı tercih etmiştir. Hürriyet'in bu konularda objektif ve akılcı bir yayın politikası izlemesini diliyoruz.

1 Elizabeth Pennisi, "A Shaggy Dog History", Science, Volume 298, Number 5598, 22 Kasım 2002, s. 1540-1542
2 Elizabeth Pennisi, "A Shaggy Dog History", Science, Volume 298, Number 5598, 22 Kasım 2002, s. 1540-1542
3 Elizabeth Pennisi, "A Shaggy Dog History", Science, Volume 298, Number 5598, 22 Kasım 2002, s. 1540-1542

Hürriyet / 10.04.2001

Hürriyet Gazetesi'nin Evrimci Doktorunun Batıl İnançları
10.04.2001 tarihli Hürriyet gazetesindeki "İnsan monogam değil, seri monogam" başlıklı haberde Darwinist bir doktorun akıl ve bilim dışı tezlerine yer verilmiştir. Üroloji Profesörü Ateş Kadıoğlu ile yapılan röportaj, insanın cinsel hayatını konu edinmiş, ancak evrimci bakış açısı ile, insanlar ile hayvanların cinsel hayatları arasında bağ kurmaya yönelik hayali yorumlardan başka bir şey öne sürememiştir. Bu doktorun bilimsel literatürden tamamen uzak bir üslupla ortaya attığı iddialar, ciddiyetten çok uzaktır.

Röportajda hakim olan fikir incelendiğinde, karşımızafosilleşmiş Lamarkçı zihniyetin savunulmasından başka bir şey çıkmamaktadır. 19’uncu yüzyılda yaşamış olan Lamarck’ın iddiası, anne ya da babanın yaşamı boyunca kazandığı bir takım özellikleri çocuklarına aktaracakları şeklindedir. Ancak Mendel kalıtım kanunlarını ortaya koyarak, bedenin kalıtsal özelliklerinin çevre koşullarından etkilenmediğini, kazanılmış özelliklerin nesilden nesile aktarılmayacağını ve dolayısıyla türlerin genetik havuzunun hep sabit kaldığını göstermiştir. Lamarck’ın genetik kanunlarının bilinmediği bir devirde ortaya attığı "canlılar çevre koşullarına kendilerini uydurur ve bu değişimi sonraki nesillere aktarırlar" şeklindeki hurafe, her yönüyle artık terk edilmiştir. Yüz yıl önce çürütülmüş bir iddiayı hala geçerli zannetmesi ise, Kadıoğlu’nun bilimsel literatürü yüz yıl geriden takip ettiği anlamına gelmektedir.

Bebeğin kafasının büyüklüğü, annesinin ve babasının anatomisini değiştirmez

Kadıoğlu’nun iddiaları akıl süzgecinden geçirildiğinde tamamen bilim dışı fantazilerden ibaret olduğu hemen anlaşılmaktadır. Örneğin bebeğin kafası büyüdükçe, annesinin doğum kanalının gitgide daha büyüyeceğini iddia etmek son derece saçmadır. Öncelikle bebeğin kafası ne kadar büyük olursa olsun, kalça kemiklerinin çevrelediği doğum kanalından kolayca geçmek üzere tasarlanmıştır. Bu amaçla kafatası kemikleri yetişkindekinin aksine, birbirleriyle kaynamamış durumdadır. Bu tasarım sayesinde, kafatasını oluşturan kemikler birbirinin üzerine kayarak kafatası hacminin en düşük ölçüye ulaşmasına olanak tanırlar. Öyle ki, bebek doğduğunda, kafatası uzun doğum kanalının şekline sahiptir.

Bu anatomik özelliklerin zaman içinde değişeceği fikri ise hiç bir şekilde bilim ile bağdaşmaz. Çünkü bebeklerin kafasının gitgide daha büyük olmasına neden olacak bir faktör yoktur. İnsanoğlunun tüm bedeni özellikleri gibi, beyninin de hangi hücrelerden nasıl oluşacağı, beyin hücreleri arasındaki bağlantıların nasıl olacağı, hangi organın beyinde hangi hücre grubu tarafından kontrol edileceği insanın DNA’sında şifrelenmiş olarak sabittir. Nesilden nesile aktarılan DNA’nın, milyonlarca sene geçse bile, tarif ettiği özelliklerde bir değişiklik olmaz. Durum böyleyken, insanın kafasının "ihtiyaç gereği" nesilden nesile büyüdüğünü iddia etmek 100 yıl öncede kalmış Lamarkçı hurafeleri tekrarlamaktan başka bir anlama gelmez. (Evrim teorisi, DNA'nın mutasyonlarla etkilenip değiştiğini savunmaktadır, ama mutasyonlar "ihtiyaçlarla" bir ilgisi olmayan, rastlantısal değişikliklerdir. Dolayısıyla Dr. Kadıoğlu'nun iddiaları, günümüzdeki evrim teorisi açısından dahi itibar edilmeyecek, Lamarkçı hurafelerden ibarettir.)

Organlar ihtiyaca göre şekillenmez, tasarımları DNA’larında sabittir

Hürriyet'in evrim danışmanı rolündeki Dr. Kadıoğlu, kadın cinsel organındaki bir yapı değişikliğinin erkek cinsel organını kalıtsal olarak etkileyeceğini iddia etmiştir ki, bu da bilim dışı bir hurafeden başka bir şey değildir. Insan anatomisinde olması gereken bir değişikliğin meydana gelebilmesi için onu değiştirecek değişiklik DNA’da olmalıdır. Ancak bu takdirde nesilden nesile aktarılabilir ve kalıcı olabilir. Yazıda iddia edilen ihtiyaca göre şekillenme iddiası ise hiç bir mantıklı, bilimsel yönü olmayan bir iddiadır. Kadının üreme sistemindeki kalıcı bir değişiklik—ki bu değişikliğe neden olacak bir mekanizma da bulunmaz—karşı cinsin üreme sistemini asla şekillendiremez.

Yazıda geçen La Peyroni hastalığı yaşlılıkta cinsel organda zaman içinde meydana gelen kalıcı sertliktir. Ancak Kadıoğlu’nun bu hastalığı bazı hayvanların cinsel organlarında bulunan kemik yapı ile bir tutması ilginç bir cehalettir. Kemik ile doku sertleşmesi arasında hücresel boyutta çok büyük fark bulunmaktadır. Esnekliğin kaybolması ile oluşan sert bir dokuyu, kalsiyum ve astrocyte denen hücrelerin oluşturduğu kemik dokusu ile aynı saymak, doktor ünvanına sahip biri açısından, affedilmez bir hatadır. Kaldı ki insan vücudundaki bir hastalığı bir başka hayvanın yapısına benzeterek bir benzerliği evrimin bir kanıtı olarak öne sürmek, Ortaçağ hurafelerini andıran bir hayalden başka bir şey değildir.

Toplumun çekirdek yapısı olan "aile" yine materyalizmin hedefi

Dr. Kadıoğlu’nun insanları bir hayvan olarak değerlendiren materyalist dünya görüşü, çekirdek aile yapısını hayvanlarla karşılaştırmakla sonuçlanmaktadır. ABD’deki yükselen boşanma oranını örnek göstererek, gorillerin farklı dişilerle çiftleşmesi ile ilişkilendirmekte, böylece aile yapısının parçalanmasını "doğal" ve haklı bir süreç gibi göstermeye çalışmaktadır. Oysa Batı dünyasındaki artan boşanma oranının sosyal ve ahlaki dejenerasyonun bir sonucu olduğu çok açıktır.

Dr. Kadıoğlu'nun aile yapısının parçalanmasını haklı göstermeye yönelik bu yorumları, insanı bir hayvan türü olarak kabul eden materyalist ve Darwinist dünya görüşünün telkinleridir. İnsanın hayvan gibi davranmasını ve başıboş bir hayvan gibi sık sık eş değiştirmesini, aynı Friedrich Engels gibi insanın "doğal davranışlarına kendini bırakması" diye tanımlayan Kadıoğlu, bilim kisvesi altında aslında materyalizm propagandası yapmaktadır.

Hormonlardaki kusursuz düzeni evrimle açıklama komedisi

Dr. Kadıoğlu'nun bir başka saçma iddiası ise insanın yumurtlama (annenin üreme organlarındaki yumurta oluşumu) zamanını kendi kendine ayarlamış olduğu şeklindedir. Kadıoğlu’na göre, insan ormanlık açık alanlarda yaşarken ve yalnızca sıcak mevsimlerde yumurtlarken, ani bir kararla mağaralarda yaşamaya karar vermiştir. Her mevsim sıcacık olan mağaralarda yaşamaya başladıktan sonra ise, artık yumurtalıklarından düzenli olarak her ay yumurta bırakılmasını sağlamıştır. Dr. Kadıoğlu'nun bu imkansızı makul göstermek için öne sürdüğü sebep ise "yavruların, sıcak ve yiyecek bulunabilen mevsimlerde doğması" ihtiyacıdır.

Evrimcilerin, canlılar her neye ihtiyaç duysa, bunu tesadüfen meydana getiren sihirli bir "Tabiat Ana"nın var olduğu şeklindeki batıl inancı, burada bir kez daha ortaya çıkmaktadır.

Oysa hiç bir kadının yumurtalıklarına hakim olması mümkün değildir. Vücutta, yumurtalıkları dış ortama göre düzenleyen bir sistem de yoktur. Kadıoğlu da çok iyi bilir ki, yumurtalıklar, hipofiz bezinden salgılanan hormonların kontrolünde her 28 günde bir yumurta bırakırlar. Hormon adı verilen mesajcı protein molekülleri bu bezde özel bir amaçla üretilmektedirler. Amaç, kadının yumurtalıklarının çalışmasını kontrol altında tutmaktır. Bu benzersiz üstün akıl ürünü düzen, konudan habersiz olan kadının kontrolünde olmadığı gibi, tıbbi müdahalelerle değiştirilmesi bile mümkün olamamaktadır. İlaçlarla yapılan müdahaleler ancak yumurtlamanın bir süre düzensizleşmesine neden olmaktadır. Kadıoğlu’nun mantıksız olduğu kadar bilimsel gerçeklere de tamamen aykırı olan bu iddiası, herşeyi evrimle açıklama çabasının yine duvara çarpması ile sonlanmıştır.

İnsan vücudu akıl ürünü bir tasarımdır

Kadıoğlu’nun anafikri, insanoğlunun bir plan dahilinde Allah'ın yaratmadığını, kendi kendine geliştiği iddiasından ibarettir. Oysa bilimsel gerçekleri akılcı şekilde değerlendiren, Lamarkçı batıl inanç ve hurafelerden uzak olan bir insan, 100 trilyon hücrenin bir düzen içinde bir araya getirildiği insan bedeninin, kendi kendine ortaya çıkamayacağını hemen farkeder. Bir gökdelenin usta bir mimarı olduğunu kabul eden insan, bir gökdelenden, hatta bir şehirden çok daha kompleks olan kendi vücudunun Yaratıcı'sını nasıl kabul etmez?

Düşünen insan Yüce Allah’a iman eder

Bilimi doğruya ulaşmada bir araç olarak benimseyen insan, kompleks bir organizasyona sahip bir yapının asla kendi kendine oluşamayacağını anlar. Bir organizmanın kendi kendine oluşmaz olması, bizi onun tasarlandığı ve yaratıldığı sonucuna götürür. Gerçekten de hangi canlıyı incelersek inceleyelim kusursuz bir tasarım ürünü olduğunu görürüz. Düşünen bir insanın yapması gereken ise, her şeyi yaratan yüce Allah’ı eserleriyle takdir etmek ve kusursuz yaratışı karşısında O'na şükretmektedir...

Hürriyet / 20.11.2005

Yaşamın Mars’tan Geldiği İddiası Evrim Teorisini Desteklemez
Hürriyet gazetesinin 20 Kasım 2005 tarihli Pazar ilavesinde ve Vatan gazetesinin 14 Kasım 2005 tarihli sayısında, yaşamın Mars’tan gelen mikroorganizmalarla başlamış olabileceği öne sürüldü. İddiaya göre bu mikroorganizmalar bilimadamlarınca Mars’tan geldiği saptanan ALH4001 kodlu göktaşı gibi cisimlerle yeryüzüne seyahat etmiş olabilirdi.

Hürriyet ve Vatan gazetelerinin bu konuyu ideolojik bir heyecan içinde yorumladığı, bu heyecandan dolayı konuyu evrim teorisini destekleyen bir gelişme olarak algılayıp yanıldıkları görülmektedir. Bu konu yaşamın “kökeni” değil, adı üzerinde yaşamın “seyahati” ile ilgili bir konudur. Dikkat edilirse, anlatılan senaryonun başında yaşam formları zaten mevcuttur. Yaşam formlarının Mars’tan yeryüzüne veya tersi yönde seyahat etmiş olmaları söz konusudur. Ancak bu olay, ilk hücrenin nasıl ortaya çıktığı, hücrenin faaliyetlerini düzenleyen genlerin genetik bilgisinin nasıl meydana geldiği, hücre içindeki olağanüstü komplekslikteki organellerin nasıl var oldukları ve muhteşem bir organizasyon içinde fonksiyonel bir hücreyi nasıl meydana getirdikleri sorularını cevaplamaz.

Yeryüzü, son derece kompleks yapılara ev sahipliği yapar ve bu gerçek, tesadüfleri kesin olarak reddetmektedir. Ünlü astronom ve matematikçi Sir Fred Hoyle’un benzetmesiyle, yaşamın rastlantısal olarak başlamış olma ihtimali, bir hurdalığa düşen yıldırımla ortaya mükemmel bir jet uçağının çıkması kadardır, yani imkansızdır. 1

Vatan ve Hürriyet’in hücredeki yüksek derecede kompleks mekanizmaların yaratılışı kanıtladığı gerçeğini kabullenmeyip “Yaşam Mars’tan gelmiş ve öyle başlamış” gibi ilgisiz senaryoları öne sürmeleri sadece ideolojik sebeplere dayanır. Her iki gazeteye de bilim görünümünde körü körüne savundukları materyalist ideolojiyi terk etmeleri ve tüm canlıların Yüce Allah tarafından yaratıldıkları gerçeğini kabullenmelerini tavsiye ediyoruz.

İlgili yazılar: 

Hürriyet / 08.02.2004

Sayın Yalçın Doğan'ın ‘Mars'ta Yaşam' Heyecanı

Hürriyet gazetesi köşe yazarı Yalçın Doğan, 8 Şubat 2004 tarihli ve "Mars'ta hayat var!" başlıklı yazısında, Mars gezegeninde sürmekte olan NASA araştırmasıyla elde edilen bilgileri yorumluyordu. Sayın Doğan, gezegene yollanan robotların dünyaya ulaştırdığı fotoğraflara dayanarak Mars yüzeyinin portresini çiziyor, özellikle de burada suyun varlığına işaret eden bulgular üzerinde duruyordu. Mars yüzeyindeki buz kütleleri Sayın Doğan'ı oldukça heyecanlandırmış görünüyordu. Doğan, dağlardan inen buz tabakalarından sözettikten sonra " Buz! Demek ki, su! Demek ki, hayat!" şeklinde belirtiyordu heyecanını. Anlaşılacağı üzere, Sayın Doğan'ın heyecanının temelinde suyun varlığıyla Mars'ta varlığı muhtemel yaşam formları arasında kurduğu ilişki yatıyordu.

Daha önce çeşitli vesilelerle açıkladığımız bu konuyu, son olarak Sayın Doğan'ın köşesine taşınmış olması dolayısıyla bir kez daha açıklamanın uygun olacağını düşünüyoruz. Sayın Doğan'ın "su = yaşam" şeklinde özetlenebilecek bakış açısı bilimsel değildir, yanlıştır. Su, yaşam için çok gerekli bir madde olmasına rağmen yaşamın dayandığı tek madde değildir. Yaşam için gerekli çok sayıdaki şartı tamamen gözardı ederek, son derece karmaşık yapıdaki canlılığı, suyun bulunduğu her yerde kolayca ortaya çıkabilecek bir olgu olarak sunmak bilimsel değil, ideolojik bir bakış açısının göstergesidir.

Amerikalı astronom Dr. Hugh Ross, "Mars'ta Su; Bu Ne Anlama Geliyor?" başlıklı yazısında şunları yazmıştır:

"[Mars'ta yaşam spekülasyonlarıyla ilgili ] İdeolojik heyecanın sebebi, "Sıvı su eşittir yaşam" şeklindeki popüler (ama mantığa aykırı) fikirdir. Suyun, yaşam için gerekliliğinin tartışılır olmamasına rağmen, bilim, sıvı suyun yaşam için çok sayıdaki gereklilikten sadece biri olduğunu göstermiştir,tek gereklilik olduğunu değil. Araştırmacılar, bir gezegen sistemindeki bir gezegende yaşamın varolması için yüzden fazla, sudan bağımsız, farklı gereklilik tanımlamışlardır. Bu gerekliliklerin çoğu, sıvı suyun yansıttığından çok daha fazla ölçüde hassas-ayar yansıtır.

Tüm diğer gereklilikler sağlanmış olsa bile, sıvı su yaşamı desteklemek için yeterli değildir. Canlılar, yaşamlarını sürdürebilmek için suyun her üç halde (gaz, sıvı ve buz) uzun süre bulunmasına ihtiyaç duyar. Kara yaşamı, bunlara ilaveten, bol miktarda ve sabit bir su döngüsüne ihtiyaç duyar ki Mars Global Surveyor[*], bunun Mars'ta hiç bulunmadığını göstermektedir ".1

Ross'un sözleri, Sayın Doğan'ın heyecanının yersizliğini çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Ancak Mars'ta yaşam spekülasyonlarıyla ilgili belirtilmesi gereken bir nokta daha vardır. Uzayda suyun, hatta yaşamın varlığının kanıtlanması da, bu durum nedeniyle ideolojik bir heyecan hisseden kesimlerin görüşlerine bilimsel bir kanıt oluşturmayacaktır. Bu çevreler her ne kadar uzayda yaşamın varlığını, yaşamın yeryüzünde rastlantılarla başladığı iddiasına dayanak olarak sunma çabasında olsalar da, yaşamın uzayda varolması sadece yaşamın dünya dışında da mevcut olduğunu gösterecektir, yaşamın rastlantıların ürünü olduğunu değil.

Aslında bu durum kolayca anlaşılacak bir mantığa dayandığı halde çeşitli medya kuruluşları bu mantığın ihlaline kasıtlı olarak göz yummakta ve ‘Mars'ta Hayat' iddialarını manşetlerinde tutarak ideolojilerine destek zeminleri oluşturmayı amaçlamaktadırlar.

Sayın Doğan'a kısa bir araştırmayla modern bilimin bulgularının materyalizmi reddettiğini görebileceğini hatırlatıyor, yaşamın kökeninin bilinçli tasarım olduğunu kabullenmesini tavsiye ediyoruz.

[*] Mars Global Surveyor: 1997 yılında, Mars etrafındaki yörüngesine oturtulan uzay aracıyla gerçekleştirilen altı aşamalı araştırma görevi.

1- Hugh Ross, "Water on Mars: What Does It Mean? " , Connections 2000 - Volume 2, Number 3,http://www.reasons.org/resources/connections/2000v2n3/index.shtml

Hürriyet / 27.07.2004

Hürriyetim.com.tr'de Kültürel Evrim Aldatmacası

Hürriyet gazetesinin internet sitesinde, 27 Temmuz 2004 tarihli ve "Kültürel Evrim Hayvanlarda Mümkün mü?" başlıklı bir haber yayınlandı. Yazıda, Science dergisinde yayınlanan ve hayvanların birbirlerini taklit yoluyla öğrenmelerini konu alan bir çalışma1 haber veriliyordu. Sözkonusu çalışma evrim teorisine hiçbir bilimsel destek oluşturmuyordu. Ancak Hürriyet haberinde çalışmanın evrim teorisine destek oluşturduğu gibi gerçek dışı bir izlenim oluşturuluyordu. Aşağıda, söz konusu çalışmanın evrim teorisine neden bir destek olamayacağı kısaca anlatılmaktadır.

Science dergisinde yayınlanan çalışma, hayvanların davranışlarını "Kamusal Bilgi (Public Information)" açısından ele almaktadır. Buna göre hayvanlar, hangi bireyle eşleşecekleri veya ne yiyecekleri hakkındaki kararlarında, diğer bireyleri izleyerek tercih yapmaktadır. Kamusal bilgi, bir popülasyondaki bireylerin başarılı davranışlarının diğerleri tarafından izlenebilir olması sayesinde yayılmaktadır. Örneğin beslenme veya yuva kurma ile ilgili başarılı tercihler yapan bireyler, farkında olmaksızın diğer bireylere örnek oluşturmaktadır. Diğerleri de bu pozitif davranışları taklit ederek bunların getirisinden faydalanmaktadırlar. Böylece kamusal bilgiden yararlanan bireyler, bu başarılı davranışları öğrenmede alternatif bir yöntem olan deneme-yanılmanın yükleyeceği enerji sarfiyatından kurtulmuş olmaktadırlar. Örneğin Norveç sıçanları birbirlerinin nefesini koklayarak önlerindeki yiyeceklerin hangisinin en lezzetli olduğunu anlayabilmektedirler.

Hürriyetim.com.tr'de bu çalışmanın "hayvanların evrimine" bir kanıt gibi sunulduğu ve bunun Darwinci evrim modelini desteklediği gibi bir izlenim oluşturulduğu görülmektedir. Gerçekte bu izlenim, tamamen yapay ve yanıltıcı bir Darwinizm propagandasından ibarettir.

Bu çalışma, türlerin başka türlerden kalıtımla değişerek ortaya çıktıklarını iddia eden Darwinci evrim teorisine hiçbir destek oluşturmamaktadır. Evrimciler arasında kabul gören biyolojik evrim teorisi (Modern sentez ya da Neo-Darwinist teori), canlıların, DNA'larındaki rastlantısal değişimlerin doğal seleksiyon tarafından seçilmesiyle evrimleştiklerini iddia etmektedir.[*]

Hürriyetim.com.tr'de verilen örneklerde, canlılar arasında tecrübe aktarımı ve buna bağlı olarak belirli davranışların popülasyonda yerleşmesi söz konusudur. Bu durum ise Darwinci evrim teorisinden tamamen bağımsızdır. Çünkü Darwinci evrimin sözde altyapısını oluşturan genetik mutasyonlar, bir popülasyonda belirli davranışların yerleşmesinden bağımsızdır. Örneğin Norveç sıçanı hangi yiyeceği tercih ederse etsin, hangi yiyecek türü ana besin maddesi olursa olsun, bu durum onun DNA'sını etkilemez, genlere yeni genetik bilgi ekleyerek onu başka canlılara evrimleştirmez. Bazı sıçan popülasyonları belli bir yiyeceği tercih ederken diğer bazıları başka yiyecekleri tercih edebilir ama sıçanlar daima sıçan kalacak, başka canlılara dönüşmeyecektir.

Hürriyet gazetesi yetkililerini, evrim teorisinin bilimsel bulgular karşısındaki geçersizliğini kabul etmeye davet ediyor ve kendilerine evrim propagandasına son vermeleri çağrısında bulunuyoruz.

[*] Bu mekanizmaların canlıları evrimleştirici hiçbir rolü bulunmamaktadır. Bu konuda bkz.http://www.darwinizminsonu.com/mekanizmalar.html

1. Danchin et.al, "Public Information: From Nosy Neighbors to Cultural Evolution", Science , Vol 305, Issue 5683, sf. 487-491 , 23 Temmuz 2004

Hürriyet / 17.04.2005

Hürriyet Pazar’da Tabiat Ana Masalları

Hürriyet Pazar dergisinin 17 Nisan 2005 tarihli sayısında "Doğanın 10 Dev Buluşu" başlıklı bir yazı yayınlandı. Hürriyet Bilim editörü Hikmet B. Çağlayan tarafından New Scientist dergisinden derlenen yazıda, doğadan yeni biyolojik yapılar ve sistemler icat eden bir varlık olarak söz edildi. Beyinden gözlere, simbiyozdan fotosenteze kadar uzanan 10 organ ve sistemin evrimle ortaya çıktığı masalı anlatıldı. Yapılan şey, her zaman olduğu gibi, gerçekte hiçbir bilimsel bulgu ve kanıt göstermeksizin bir dogma olarak baştan doğru kabul edilen evrim masalları anlatmaktan ibaretti. Aşağıda New Scientist, Hürriyet Pazar ve Hikmet Çağlayan’ın doğaya yaratıcı güç atfetme yanılgıları cevaplanmaktadır.

Evrimcilerin Sahte İlahı: Doğa

Evrimciler doğadaki üstün tasarımın bir Yaratıcı’nın eseri olduğu gerçeğini kabul etmekten kaçınmakla birlikte, yaşamın devamını mümkün kılan biyolojik tasarım karşısında hayranlıklarını dile getirmekten kendilerini alamazlar. Ancak bunu yaparken övgüler yağdırdıkları tasarımı, sahte bir ilaha atfederler. Bu sahte ilahın adı ‘Doğa’dır. Genellikle Tabiat Ana şeklinde başlayan cümlelerle, doğadan kişilik ve akıl sahibi bir varlık gibi söz ederler. Evrimcilerin anlatımlarına göre bu sahte ilah canlılara sözde şefkat etmekte, onlara ihtiyaçları olan organları vermekte, yaşamın sürekliliğini sağlamaktadır.

Doğada çok açık bir mükemmellik, bir tasarım vardır. Ancak bunun doğaya atfedilmesi çok saçmadır. Söz gelimi insana zevk veren bir tablo her zaman için bir ressamın varlığını gösterir. Mükemmel bir sanat eseri olan bir tabloyu inceleyen birisi tablodan aldığı zevkle "boyalar ne güzel resimler yapmış, ne güzel desenler yaratmış" demeyecektir. Boyaların kendiliklerinden resim yapmaya hiçbir güçleri olmadığı, bir ressam tarafından bilinçli olarak uygulandıkları ortadadır.

Aynı şekilde doğa da üstün akıl sahibi bir Yaratıcı’nın varlığını gösterir. Kaya, toprak, hava ve su gibi cansız maddelerden meydana gelen doğa; yaşamın devamı için gerekli doğa kanunlarını, yaşamın temelinde bulunan "bilgi"yi, birbirinden üstün tasarımlarla donatılmış milyonlarca canlı türünü, bir tavus kuşunun tüylerindeki mükemmel renk ve desenleri ve kendisini merak edip araştıran bilim adamlarını varedemez. Doğa, içindeki tüm canlı ve sistemlerle tüm bunları yaratmaya güç yetiren, sonsuz kudret ve akıl sahibi bir Yaratıcı’nın varlığını işaret eder. Allah sonsuz bilgi ve kudretiyle doğayı varetmiştir ve onu her an ayakta tutmaktadır.

Bilimsel Görünümde Sürdürülmeye Çalışılan Bir Aldatmaca

Hürriyet Pazar yazısını okuyanlar, yazıdaki bilimsel terimlerin varlığına bakarak bunun bilimsel bir yazı olduğunu asla düşünmemelidirler. Doğaya yaratıcı güç atfetme davranışı, kökünü bilimden değil felsefeden alan bir davranıştır. Hürriyet Pazar’ın sayfalarında yer bulan evrim teorisi, dayanağını bilimsel bulgulardan değil, bilimsel materyalizm adı verilen ve bilim adamları tarafından bir ideoloji olarak savunulan düşünceden almaktadır. Bu ideolojik bağlantı, kendisi de bir materyalist olan ünlü genetikçi Richard Lewontin’in şu sözlerinde ortaya çıkmaktadır:
Bizim materyalizme olan bir inancımız var, 'a priori' (önceden kabul edilmiş, doğru varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizme olan a priori bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz." (Richard Lewontin, The Demon-Haunted World, The New York Review of Books, 9 Ocak, 1997, s.28)

Hürriyet Pazar’da "Doğa"dan, buluşlar yapan, yeni organlar, yeni sistemler geliştirme gücüne sahip bir varlık olarak söz edilmesi, bilimsel bir görünümde sürdürülen bir aldatmacadır. Gerçekte, yazıda sayılan; cinsiyet, fotosentez, beyin, gözler, süperorganizmalar, asalaklık, simbiyoz, konuşma, ölüm ve çok hücreli yaşamın evrimle ortaya çıktığına dair en ufak bir deneysel kanıt bulunmamaktadır. Lewontin’in itiraf ettiği gibi materyalizm doğru kabul edildiği için doğa tarihi bu felsefeye uygun olarak yazılmaktadır ve tüm bunların bilimin kendisiyle hiçbir alakası bulunmamaktadır.

New Scientist, Hürriyet Pazar ve Hikmet B. Çağlayan’a, doğanın hiçbir yaratıcı gücünün bulunmadığını kabullenmelerini tavsiye ediyor, bilim görünümü altında sürdürdükleri ideolojik propagandaya son vermeleri çağrısında bulunuyoruz.

Hürriyet Pazar’ın Tabiat Ana masallarına cevaplar:

1. Cinsiyet: Hürriyet Bilim, cinsiyetle ilgili hiçbir evrimsel açıklamada bulunamadığını kendisi itiraf etmektedir.

2. Beyin: Beyin, dünyanın en gelişmiş bilgisayarlarının dahi boy ölçüşemeyeceği bir işlem kapasitesine sahiptir. Dünyaca ünlü IBM firmasının teknoloji müdürü Kerry Bernstein, MSNBC.com'da yayınlanan "Beyin Bilgisayarlara Ders Öğretiyor" başlıklı haber-ropörtajda, IBM merkezinde her yıl düzenli olarak nörologların katılımıyla konferanslar düzenlediğini ve mühendislerini beyindeki tasarım konusunda bilgilendirdiğini ifade etmektedir. Bernstein beyindeki işleyişin aynen taklit edilmesinin mümkün olmadığını şöyle ifade etmektedir:

"Beyinde olağanüstü bir paralellik hakim. Yani tek bir bit bilgi, bir anda tam 100.000 nörona yayılabiliyor. Böylece beyin, bilinen en hızlı bilgisayardan yüzbinlerce kat daha hızlı oluyor.Bizim ise bunu elektronikte gerçekleştirebilmemiz mümkün değil."

Yaşamımızın devamı için her an sayısız işlem yapan, bilgisayar mühendislerini dahi hayran bırakan böylesine üstün bir sistemin tesadüfi ve amaçsız bir süreçte geliştiğine inanmanın akıl ve mantığı tamamen terk etmek anlamına geldiği açıktır. (Bu konuda bakınız: http://www.netcevap.org/propaganda_beyin.html ve http://www.netcevap.org/propaganda_beyin_ek1.html )

3. Ölüm: Yazıda ölümün sözde evrimsel stratejinin bir parçası olduğu masalı anlatılmaktadır. (Burada strateji kelimesinin kullanılmasına dikkat etmek gerekir. Hiçbir aklı, şuuru, plan ve amacı bulunmayan taşların kayaların toprağın suyun bir araya gelip strateji ürettiğini savunmak tamamen akıl dışı bir tutumdur). Bu tip kelime oyunları ölümün evrimle ortaya çıktığı iddiasına bilimsel kanıt oluşturmamaktadır.

4. Fotosentez: Fotosentez, bitkilerin güneşten enerji elde etmede kullandıkları ve indirgenemez komplekslikte olan, fizyolojik bir sistemdir. Birçok aşamasında neler olup bittiği dahi çözülememiş böylesine olağanüstü bir sistemin Darwinizm’in kademeli evrim iddiasıyla açıklanabilir hiçbir yönü bulunmamaktadır. Evrimci biyolog Ali Demirsoy bu konuda şu itirafı yapar:
"Fotosentez oldukça karmaşık bir olaydır ve bir hücrenin içerisindeki organelde ortaya çıkması olanaksız görülmektedir. Çünkü tüm kademelerin birden oluşması olanaksız, tek tek ortaya çıkması da anlamsızdır." (Prof. Dr. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara, Meteksan Yayınları, 1984, s.8)

5. Simbiyoz: Simbiyoz, ortak yaşam demektir. Doğada, bitkiler başta gelmek üzere, birçok canlı türü arasında simbiyotik yaşam mevcuttur. Ancak simbiyozun, bir canlı türünü bir başka türe dönüştürdüğü yönünde hiçbir bilimsel kanıt bulunmamaktadır.

6. Çok hücreli yaşam: Çok hücreli yaşamın evrimle ortaya çıktığı iddiasına daha önce verdiğimiz bir cevabı buradan okuyabilirsiniz:http://www.netcevap.org/cumhuriyet030531.html

7. Süperorganizmalar: Mükemmel bir işbirliği yürüterek hayatta kalan canlılardır. Hürriyet Pazar’da buna verilen örnekte birçok tek hücreli canlının bir araya gelerek birlikte yaşam sürdükleri belirtilmektedir. Ancak gayet açıkça görüldüğü gibi, bir türe ait canlıların bir araya gelmesi evrim değildir. Biraraya gelen canlılar, birleşmeden önce ve birleştikten sonra aynı canlılardır. Bir türün bir başka türe dönüşmesi söz konusu olmadığı için ortada evrimden sözedilecek hiçbir durum bulunmamaktadır.

8. Gözler: Hürriyet Pazar’da, gözlerin 543 milyon yıl önce ortaya çıktığı ileri sürülmektedir. Ancak evrimcilerin göstermesi gereken şey, gözlerin "ne zaman" ortaya çıktığı değil, evrimin iddialarına göre "nasıl" ortaya çıktıklarıdır. Gözler evrim teorisini geçersiz kılan başlıca organlardandır. Bunun bilimsel sebeplerini Harun Yahya’nın Gözdeki Mucize başlıklı kitabından, şu linkte okuyabilirsiniz:http://www.harunyahya.org/bilim/hy_gozdeki_mucize/gozgr.html

9. Asalaklık: Asalaklık, bir canlının, yaşamını başka bir canlı üzerinde sürdürmesidir. Ancak burada da simbiyoz veya süperorganizmalarda olduğu gibi "bir araya gelme" mevcuttur ve yeni bir canlı türü oluşmamaktadır. Yine simbiyoz veya süperorganizmalarda olduğu gibi, bu durum evrim teorisine hiçbir bilimsel kanıt oluşturmamaktadır.

10. Konuşma: Konuşma yeteneği, evrim teorisiyle hiçbir şekilde açıklanamayan, mucizevi bir yetenektir. Konuşma, evrim teorisi için açıklanması öylesine umutsuz bir yetenektir ki, Pennsylvania Üniversitesi'nden evrimci araştırmacı David Premack, durumu "İnsan dili, evrim teorisi için bir utançtır" sözleriyle tarif etmeyi seçmektedir. (Swisher III, Roger Lewin, "Java Man", Abacus, London, 2002, s. 205 )

Hürriyet / 10.02.2001

Kader Gerçeğini Kavrayamamak da İnsanın Kaderindedir
10 Şubat 2001 tarihli Hürriyet Gazetesinde, "Kadere Genetik Ayar" başlıklı bir haber yayınlandı. Yaratılış Gerçeğine ve kadere karşı çıkmak, bir yandan da evrim propagandası yapmak amacıyla hazırlandığı açıkça belli olan bu haberle ilgili bazı hususları kamuoyunun bilgisine sunma gereği hissediyoruz.

Haber, önümüzdeki 30 yıl içerisinde insanların genetik yapılarının tespit edilecebileceği, bu sayede herkese özel ilaç üretilebileceği, genetik bozuklukların giderilebileceği konusunda İnsan Genomu Projesi'nin mimarlarından Francis Collins'in yaptığı açıklamalara dayandırılarak hazırlanmış.

İnsan Genomu Projesi, gerçekten de insanlık için büyük umutlar taşımaktadır. Bu sayede birçok hastalığa çare bulunması beklenmektedir. Ancak, bu gelişmenin kader gerçeğine muhalif hiçbir yönü yoktur. Bu, birtakım materyalist görüşe sahip çevrelerin, bir türlü kader konusunu kavrayamamalarından ya da anlamazlıktan gelmelerinden kaynaklanan bir yanılgıdır. Bu nedenle kader gerçeğinin ne olduğunu bir kez daha hatırlatmak gerekir.

Kader, Allah'ın geçmiş ve gelecek tüm olayları tek bir an olarak bilmesidir. Allah yaşanmamış olayların da tümünü önceden bilir. İnsanların önemli bir bölümü, Allah'ın henüz yaşanmamış olayları önceden nasıl bildiği konusunu, yani kader gerçeğini anlayamazlar. Oysa insanın henüz karşılaşmadığı bir olay kendisi açısından yaşanmamış bir olaydır. "Sonucu bilinmeyen" olarak nitelendirilen bütün olaylar sadece bizim için "bilinmez"dir. Sonsuz bir ilmin sahibi olan Allah ise zamana ve mekana bağlı değildir; zaten zamanı ve mekanı yaratan Kendisi'dir. Bu nedenle Allah için geçmiş, gelecek ve şu an hepsi birdir. Allah katında bizim şu an yaşamakta olduğumuz ve ileride yaşanacak olan herşey olup bitmiştir. Tüm insanlar Allah'ın kendileri için yarattığı kadere, zamanı geldiğinde tanık olurlar.

Film karelerini eline alan bir insanın filmin başını, sonunu, arada gelişen olayları bir bütün olarak, tek bir anda görebilmesi gibi Allah yaratmış olduğu tüm insanlarla ilgili herşeyden haberdardır. Herşeyi tek bir an olarak bilen Allah, bu tek bir anda yani sonsuz küçük zamanda sonsuzluğu yani sonsuz büyük zamanı yaratarak gücünün sınırsızlığını bize göstermektedir.

Gerçekte, Allah tüm olayları önceden bilmektedir, çünkü tüm bunları yaratan zaten Allah’tır. Allah gelmiş geçmiş bütün insanların hayatlarını tüm ayrıntılarıyla birlikte, daha o insan dünyaya gelmeden önce belirler. Her insan ve her olay için bu durum geçerlidir. Hiç kimsenin Allah'ın kendisi için yarattığı kadere müdahale etmesi, olayların akışında herhangi bir değişiklik yapması mümkün değildir. Örneğin Hürriyet'teki haberi yazan kişinin kaderinde bu haberi hazırlamak, böyle büyük bir yanılgı içinde olmak, ve kadere tabi olmasına rağmen bir türlü kader gerçeğini anlayamamak vardır. Bu kişi onu Allah dilemedikçe değiştiremez.

Genom projesi örneğini düşünürsek: Allah her insanı belli bir ömür ile yaratmıştır ve her insanın ölüm anı Allah katında yer, zaman ve şekil olarak da bellidir. Örneğin bir insanın yakalandığı hastalık o insanın kaderinde, kendisi doğmadan milyarlarca yıl öncesinde bellidir. O hastalıktan kurtulup kurtulmayacağı da, Allah kaderinde belirlemiştir. Hatta iyileşmesine vesile olacak olan doktorlar, hemşireler, hastane, ilaçlar, tedavi yöntemlerine kadar Allah katında önceden yazılmıştır. Dolayısıyla, eğer bir insan iyileşirse, bu, onun kaderini yendiği, kaderini kontrolü altına aldığı anlamına gelmez. O insan, kaderinde iyileşmek yazılı olduğu için iyileşmiştir.

Eğer gelecekte bir gün, bir insanın ömrü genlerine yapılan doğru müdahalelerle uzatılırsa, bu olay da söz konusu kişinin kendi kaderini yendiği anlamına gelmez. Bunun anlamı şudur: Allah bu insanı uzun bir ömürle yaratmıştır ve gen haritasının çıkartılmış olmasını da bu insanın ömrünün uzun olmasına vesile (aracı) etmiştir. Gen haritasının bulunması da, bu kişinin genlerle ilgili teknolojik gelişmelerin yaşandığı bir dönemde yaşaması da, yine o insanın ömrünün tıbbi imkanlarla uzatılması da onun kaderindedir; tümü Allah katında daha o insan dünyaya gelmeden önce bellidir. Hiçbir şey bu gerçeği değiştirmeye güç yetiremez.

Aynı şekilde bu proje çerçevesinde yapılan buluşlar neticesinde ölümcül hastalığı tedavi edilen insan da, yine kaderini değiştirmemiştir. Çünkü bu insanın kaderinde, geçirdiği hastalıktan bu projenin vesilesi ile kurtulmak vardır. Ya da kalbi duran ve doktorunun kalp masajı ile tekrar yaşama dönen bir insan kaderini yenmez, doktor da onun kaderine karşı mücadele vermez. Hasta da, doktor da kaderlerinde olanı yaşarlar. Ona ömrünü geri veren, doktoru buna vesile eden Allah'tır. Allah'ın dilemesi dışında yeryüzünde tek bir yaprak dahi yere düşmez.

Sonuçta, insanın gen haritasının çıkartılmış olması ve insanoğlunun genetik programa müdahale edebilecek imkanları elde etmesi, Allah'ın yarattığı kadere karşı gelmek demek değildir. Aksine, bu şekilde insanlık Allah'ın kendileri için yarattığı gelişmeleri izlemekte, Allah'ın yarattığı bilgiyi keşfetmekte ve kullanmaktadır.

Kısacası "kaderimi yendim", "kaderimi değiştirdim", "kadere müdahale ettim" gibi ifadeler, kader gerçeğini bilmemenin getirdiği cehaletten kaynaklanmaktadır. Ve bir insanın bu ifadeleri kullanarak konuşması da onun kaderinde önceden belirlenmiştir. Kişinin bu cümleyi nerede, ne zaman, hangi şartlar altında kullanacağı dahi Allah katında tespit edilmiştir. Allah herşeyden haberdar olandır.

Allah, herşeyin katında bir kitapta yazılı olduğunu bildirmiştir. Bizler, bu kitapta yazılı olanların aynısını, hiçbir eksiklik veya fazlalık olmadan yaşarız:

Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazılı) olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre pek kolaydır. (Hadid Suresi, 22)

Hürriyet gazetesinin her fırsatta Allah inancına, kadere ve dine karşı yorumlar içeren haberler hazırlaması da bu gazetenin kaderindedir. Biz her ne kadar her defasında bu haberlerdeki mantıksızlıkları, çelişkileri, bilime ve akla aykırı noktalarını açıklasak da, bunları sadece Allah'ın izin verdiği ve dilediği kimseler anlar. İnsana düşen samimiyetle Allah'tan anlayış ve kavrayış istemektir.

Hürriyet / 19.09.2005

Hürriyet'in Körükörüne Materyalizm'i

Hürriyet Pazar’ın 19 Eylül 2005 tarihli sayısında Hikmet B. Çağlayan imzasıyla bir yazı yayınlandı. Çağlayan’ın, "Tüm canlıların anası ata anne için ilk ipuçları" başlığını taşıyan yazısı, materyalistlerin ve Hürriyet gazetesinin evrim teorisini körü körüne benimsediklerinin çarpıcı bir belgesini oluşturuyordu. Çağlayan’ın yazısı, hem yaşamın kökenine dair evrimci iddiaların içinde bulunduğu bilimsel krizi ortaya koyuyor hem de yaşamın sözde evrimsel başlangıcının materyalizm uğruna benimsenen bir dogma olduğunu kanıtlıyordu.

Çağlayan, henüz yazısının başında okurlarını hayal aleminde bir yolculuğa çıkarıyor, yaşamın kökenine dair evrimci varsayımlarının bir hayalden ibaret olduğunun birinci işaretini veriyordu:
Gözlerinizi kapayın ve 4.3 milyar yıl öncesinin dünyasında küçük bir gezinti yapın. Daha yerkürenin ciddi biçimde oksijen sorunu yaşadığı dönemlerde mini mini bir organizmanın hayatta kalma savaşı verdiğini gözünüzde canlandırın.

Çağlayan’ın "inanın ve böyle olduğunu hayal edin" anlamına gelen bu sözleri bir masaldan bahsediyor olduğunu ortaya koyuyordu. Okurlarını somut gerçeklerle değil de hayali masallarla iknaya çalışmayı seçmesinin sebebi ise ilerleyen satırlarda ortaya çıkıyordu. Çağlayan, evrimcilerin bu konudaki inancının hiçbir bilimsel kanıtı olmadığını şu sözlerle itiraf ediyordu:

Arkasında en ufak bir fosil kalıntısı bile bırakmayan, kimliğine ilişkin en küçük fiziksel bir iz bile bulunmayan bu ata hakkında nasıl bilgi sahibi olacağız?

Evrimcilerin hayali ilkin hücrenin varlığına körü körüne inandığının bir kanıtını oluşturan bu satırlar, yaşamın evrimsel başlangıcı düşüncesinin bir efsaneden ibaret olduğunu ortaya koyuyordu. Yazının ilerleyen satırlarında ise hayali ilkin hücreye dair iddiaya çeşitli araştırmacıların çalışma ve yorumlarından destek getirilmeye çalışılıyor, ancak bu çabalar, evrimcilerin çaresizliğini netleştirmekten başka bir işe yaramıyordu. Örneğin 1960’lı yıllarda ökaryot ve prokaryot hücrelerin yanı sıra archea grubu mikropların varlığının keşfedildiği anlatılıyor ancak bu hücre tiplerinin hangi sırada birbirinden sözde evrimleştiğinin- dolayısıyla bunlarla ilgili evrimci senaryonun- karanlıkta olduğu itiraf ediliyordu. Aynı şekilde, yazının sonunda değinilen bir araştırmada tüm canlıların ortak atası olarak hayal edilen bu ilkin hücre kavramının asla ispatlanamayacağının itiraf edildiği belirtiliyordu.

Bu yazı, yaşamın kökenine dair evrimci varsayımların bilimsel olarak iflas ettiğini gözler önüne sermektedir. Bu iflasın temel sebebi, modern bilimin yaşamın son derece kompleks düzenlemeler üzerine kurulu olduğunu ortaya koyması ve bunların "tesadüf" iddiasını kesin olarak geçersiz kılmasıdır. Modern bilimin hücrenin kompleksliği hakkında ortaya koyduğu bilgilerin tesadüf idiasına darbesi, ünlü astronom ve matematikçi Fred Hoyle tarafından şöyle bir benzetmeyle ifade edilmiştir:
Tesadüfler sonucu bir hücrenin meydana gelmesi, bir hurda yığınına isabet eden kasırganın savurduğu parçalarla tesadüfen bir Boeing 747 uçağının oluşması kadar imkansızdır. (Fred Hoyle, Nature, 12 Kasım 1981)

Hayatın henüz tesadüfen başlangıcı böylesine ihtimal dışı iken, bunun gerçekleştiğini varsaymak, üstüne üstlük bunun başka hücre tiplerine, çok hücrelilere sonra da her biri olağanüstü seviyede kompleks mekanizmalarla donatılmış milyonlarca canlı türüne evrimleştiğini iddia etmek, hatta ve hatta tüm bunların tesadüflere dayalı olduğunda ısrar etmek, havacılık tarihi boyunca üretilmiş tüm taşıtların ayrı ayrı tesadüflerle ortaya çıktığına inanmaktan çok daha akıl dışı bir inançtır.

Hürriyet gazetesi, bilim ve teknoloji alanında her geçen gün yeni bulgu ve icatlara imza atıldığı bu dönemde, çağdışı bir inanç olan evrim efsanesini bilimsel bir görünümde telkin etme çabasına son vermelidir. Canlılar tesadüflerle ortaya çıkan bir hücreden gelişmemiş, sahip oldukları muhteşem mekanizmalarla Yüce Allah tarafından yaratılmışlardır.

Not: Yazıda canlıların ortak bir genetik kod paylaşması, hayali ilkin hücreden evrimleştikleri iddiasına bir kanıt gibi sunulmaya çalışılmaktadır. Bu, tamamen gerçek dışı bir iddiadır. Tam aksine, genetik kod yaşamın tesadüflerle başladığı iddiasını yalanlayan en bariz kanıtlardan birini oluşturmaktadır. Bu konuda daha fazla bilgi için bkz.GENETİK KOD EVRİMİ YALANLAR.

Hürriyet, Evrensel / 10.05.2002

Hayatın Başlangıcı Hakkındaki Evrim Masallarına Bir Yenisi Daha Eklendi


10 Mayıs 2002 tarihinde, Evrensel gazetesinde "Yaşam tatlı suda mı başladı" ve Güneş gazetesinde "Hayat tatlı suda başladı", 12 Mayıs 2002 tarihinde ise Hürriyet gazetesinde "Yaşam tatlı suda başladı" başlıklı haberler yayınlandı. Bu haberlerde, California Santa Cruz Enstitüsü'nden bazı araştırmacıların yaptıkları bir deneyin sonucuna yer verilmekteydi. Söz konusu deneyde, araştırmacılar laboratuar ortamında, tatlı su içinde, zar yapılı kabarcıklar elde etmişler ve bu yapıların, ilk DNA'nın atası olabileceklerini, bunun ise hayatın tatlı sularda başladığına bir delil oluşturduğunu öne sürmüşlerdir. Güneş, Hürriyet ve Evrensel gazetelerinde yer verilen bu deney sonuçları hakkındaki değerlendirmeler, kesinlikle bilim dışıdır ve evrimcilerin önyargıları ile öne sürdükleri kişisel yorumlardan başka bir şey değildir. Bu konudaki açıklamalar aşağıda yer almaktadır.

Laboratuarda üretilen zar, hücre zarı gibi kompleks bir yapının oluşumunu kesinlikle açıklayamaz

Evrimcilerin, ilk canlı hücresinin nasıl oluştuğunu anlatan senaryolarına göre, canlılık "ilkel bir çorba"da başlamıştı. Birçok evrimci bu ilkel çorbanın, okyanuslar veya göller olduğunu öne sürmektedir. Bu senaryoya göre, ilkel çorbanın içindeki inorganik moleküller tesadüfler sonucunda organik molekülleri oluşturmuşlar, daha sonra bu moleküller ise kendi kendini kopyalayabilen moleküllere evrimleşmişlerdir. Evrimcilerin hiçbir bilimsel dayanağı olmayan bu iddialarına göre, ilkel hücrenin temelini oluşturan ilk molekülleri içine alarak koruyabilecek bir zarın, yani hücre zarının ilk olarak oluşması gerekmektedir.

Söz konusu deneyde ise, bu zarın laboratuarda, tatlı su içinde oluşturulduğu öne sürülmektedir. Bugüne kadar evrimciler hayatın okyanuslarda, yani tuzlu suda oluştuğunu öne sürüyorlardı. Ne var ki, tuzlu sularda yapılan deneylerde bu zar oluşmuyordu. Bu deneyde ise, tatlı su kullanıldı ve zarımsı bir yapısı olan kesecikler elde edildi.

Peki elde edilen bu yapılar, evrim teorisinin iddialarına bir destek sağlar mı? Bu keseciklerin, laboratuarda elde edilmiş olması, DNA'nın, hücrenin, hücre içindeki organellerin ve proteinlerin bir su birikintisinde, kendiğilinden oluştuğu tezine bir destek sağlar mı?

Kesinlikle hayır. Böyle bir iddiayı savunmak için, 20. ve 21. yüzyılda bilimin katettiği aşamaları görmezden gelmek, 19. yüzyıl hurafeleri ile düşünmek gerekir. Bunun nedenlerini kısaca inceleyelim.

1. Laboratuarda elde edilen zar, hücre zarının özelliklerine kesinlikle sahip değildir. Evrimciler, hücre zarını ve DNA gibi molekülleri özellikle basit yapılar gibi göstermektedirler. Böylece bu yapıların tesadüfen oluştuğunu öne sürebileceklerini düşünürler. Bu nedenle laboratuarda oluşturdukları son derece basit bir zarı da, bu çok kompleks yapıların ilk aşaması gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Oysa, laboratuarda elde edilen zarın, hücre zarına evrimleşmesi, hücre zarının sahip olduğu özellikleri zaman içinde, tesadüfler sonucunda elde etmesi imkansızdır. Bu imkansızlığı görebilmek için, hücre zarının sahip olduğu özelliklerden sadece birkaçını bilmek bile yeterlidir.

· 1 mm'nin yüzbinde biri kalınlığındaki hücre zarı, organellerdeki işlemlerin ve hücrenin yaşamının devam edebilmesi için hücrenin dışındaki ortamda bulunan sayısız kimyasal maddenin içinden, hücrenin ihtiyaç duyduklarını tanır ve yalnızca onları içeri alır.

· Son derece ekonomiktir; hücrenin ihtiyaç duyduğu miktardan fazlasını kesinlikle içeri almaz.

· Bu kadarla da kalmaz; bir yandan da hücrenin içindeki zararlı artıkları anında tesbit eder ve hiç zaman kaybetmeden dışarı atar.

· Hücre zarından içeriye ve dışarıya bazen çok büyük moleküllerin transferi gerçekleşir. Böyle bir durumda, hücre zarı hiçbir zararar uğramadan bu geçişi sağlar. Hücre, kendi zarından kesecikler oluşturur. Bu kesecikler sayesinde depolama ve ulaştırma işleri yapılır. Örneğin pinositoz denilen işlemde hücre zarı bir miktar içeri gömülür, oluşan çukurun içine hücre dışında bulunan moleküller girer. Bu çukur içeri doğru iyice çekilerek hücre içine alınır ve bir kesecik oluşturulur. Bir anlamda hücre ihtiyacı olan maddeleri yutar.

· Ekzopinositoz denilen işlemde ise hücre, kendi içinde bir kesecik oluşturur. Artık maddelerle doldurduğu bu keseciği hücre zarından dışarı atar. Böylece keseciğin taşıdığı maddeler dış ortama bırakılmış olur.
Yağ moleküllerinden oluşan hücre zarının bu işlemlerin hepsini yapabilmesi için, hücre içindeki bütün faaliyetleri ve gelişmeleri bilmesi, gerekli veya fazla olan maddelerin listesini çıkarması, stokları kontrol altında tutup, üstün bir hafıza ve karar verme yeteneğine sahip olması gerekir. Ayrıca, zarar görmeden büyük moleküllerin nasıl transfer edileceği ile ilgili bir yöntem geliştirmesi ve kendisini buna göre dizayn etmesi de gerekir. Tesadüflerin, şuursuz molekülleri bu şekilde kusursuzca organize etmeleri, olağanüstü kompleks bir sistem kurmaları ise imkansızdır. Bilinç ve bilgi sahibi bilim adamları dahi, milyonlarca dolarlık yatırımlarla ve son derece ileri bir teknoloji ile, hiçbir fonksiyonu olmayan, sadece içindeki molekülleri bir kılıf gibi sarma özelliğine sahip olan bir zar üretebilmektedirler. Bilim adamlarının başaramadığını, şuursuz moleküllerin ve tesadüflerin başardığını iddia etmek ise son derece mantıksızdır.

2. Evrimcilerin kesinlikle açıklama getiremedikleri konu, sadece hücre zarının oluşumu değildir. Evrimciler, ilkel çorbada ilk olarak sözde ilkel hücre zarının oluştuğunu, ardından da bu zarın içindeki moleküllerin, kendi kendini kopyalayabilen son derece kompleks moleküllere dönüştüğünü iddia etmektedirler. Ancak bunun nasıl gerçekleştiğine dair tek bir açıklamaları dahi bulunmamaktadır. Hatta önde gelen evrimciler dahi böyle bir evrimin mümkün olmadığını itiraf etmektedirler. Bunlardan biri olan California Salk Enstitüsünden evrimci biyokimyacı Dr. Leslie Orgel, şöyle demektedir:

"İlkel çorbayı elde etmek kolaydır. Bizim bir sonraki aşamada, organik moleküllerden oluşan, içinde amino asitleri ve nükleotidleri oluşturan organik maddeleri içeren ilkel çorbanın nasıl olup da kendi kendini kopyalayabilen organizmalara evrimleştiğini açıklamamız gerekir. Bazı önerilerde bulunanlar olsa da, itiraf etmeliyim ki, bu evrimsel süreci tekrar oluşturmak için yapılan girişimler, hiçbir şekilde kesin sonuç vermemektedir." ("Darwinism at the very beginning of life", New Scientist, 15 April 1982, s. 150)

Girişimler sonuç vermemektedir, çünkü ortada tekrar edilebilecek bir "evrim süreci" yoktur. Bu deneysel olduğu kadar matematiksel olarak da kanıtlanan bir gerçektir: Hücreyi oluşturan yapıların ve organellerin her biri tek başına son derece kompleks özelliklere ve dizayna sahiptir. Bunlardan herhangi birinin tesadüfen oluşması ihtimali sıfırdır. Nitekim, bilim adamlarının onyıllardır süren çalışmaları başarısızlıkla sonuçlanmakta, hücrenin en küçük bir parçası dahi laboratuarda taklit edilerek inşa edilememektedir. 21. yüzyıl teknolojisinin, bilgi birikiminin ve bilinç sahibi bilim adamlarının, bir araya gelerek yapamadıklarını, bilinçsiz tesadüflerden beklemek, bu beklenti için ardı ardına sonuçsuz kalan deneyler yapmak ise, yakın bir gelecekte herkesi güldürecek, bir yandan da düşündürecektir.

Düşündürecektir, çünkü insanlar, binlerce bilim adamının, on yıllarca nasıl olup da böyle bir hurafe peşinde koştuğunu, bu hurafeyi ispatlayabilmek için nasıl olup da milyonlarca doları ve ölçülemeyecek değerdeki emek ve imkanı boşuna sarfettiklerini anlamaya çalışacaklardır. Allah'ın yaratışı bu kadar açık iken, bu bilim adamlarının Allah'ın varlığını inkar etmek için, bu kadar komik iddialara nasıl olup da kanabildiklerini ve bir kısım medya organlarının da bunlara büyük bir yanılgı içinde nasıl büyülenebildiklerini mutlaka inceleyeceklerdir.

Hürriyet / 20.07.2007

İnsan Fosillerindeki Farklılık Çarpıtması


Hürriyet gazetesi, bir kez daha Darwinizm'e hiçbir kanıt oluşturmayan bir çalışmayı, evrimci çarpıtmalarla aktardı. Gazetenin 20 Temmuz 2007 tarihli sayısında, "Hepimiz Afrikalıyız" başlığıyla yayınlanan haberde, İngiltere'deki Cambridge Üniversitesi'nden araştırmacıların çalışmasını haber verildi.

Araştırmacı Andrea Manica ve ekibi, vardıkları sonucu Nature dergisinde "Afrika kıtasının orta ve güney bölgelerinden geldiğimize dair kanıtlar elde ettik" ifadesiyle açıklıyorlardı(1). Araştırmacılara göre günümüzde yaşayan tüm insanlar Afrika'dan yaklaşık 55 bin yıl kadar önce çıkıp dünyaya yayılmış insanların soyundan gelmekteydi.

Hürriyet haberinde görülen evrim çarpıtması ise şu ifadelerde ortaya çıkıyordu:

"Afrika’dan çıkan homo sapiensle bugün dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan bir insan arasında çok büyük fiziksel farklılıklar bulunuyor"(2).

55 bin yıl önceki insanlarla günümüzde yaşayan insanlar fiziksel olarak aynıdır

Şunu hemen belirtmek gerekir ki, Hürriyet gazetesinin "çok büyük fiziksel farklılık" iddiası, söz konusu çalışmayı gerçekleştiren araştırmacıların bir iddiası değildir. Nature dergisinde "Eski popülasyon darboğazlarının insan fenotipik varyasyonuna etkisi" başlığıyla yayınlanan ve tam olarak 239 satırdan meydana gelen orjinal yazının hiçbir yerinde böyle bir ifade yer almamaktadır.

Kaldı ki, araştırmacıların böyle bir ifade kullanması gibi bir ihtimal dahi söz konusu olamaz. Çünkü Cambridge'li araştırmacılar, bu çalışmada yaşça en eskisi 2000 yıl önceye giden kafatasları ölçümlerini değerlendirmişlerdir. İncelenen kafataslarının yaşı 2000 yılı geçmediği halde Hürriyet gazetesinin bu çalışmaya dayanarak "günümüz insanıyla 55 bin yıl önceki insan arasında büyük fiziksel farklılıklar var" iddiasında bulunması, muhabirlerin çalışmayı tamamen yanlış yorumladıklarının bir göstergesidir.

Muhabirler başka herhangi bir kaynağa dayanarak da böyle bir iddiayı ortaya koymuş olamazlar. Çünkü sadece Nature yazısı değil, bilim literatürünün tamamı incelense dahi 55 bin yıl önceki insanlarla günümüz insanı arasında çok büyük fiziksel farklılık olduğuna dair bir iddia bulunamayacaktır. Buna dair bir kanıt yoktur, bu iddianın doğrulanması mümkün değildir.

Bilim dünyası tam ittifakla kabul etmektedir ki, onbinlerce yıl önce yaşamış insanlarla günümüz insanları anatomik olarak aynıdır. (Nitekim hepsi aynı anatomik kategoride toplamaktadır -Homo sapiens).

Dahası, 55.000 yıllık değil, onbinlerce yıl daha yaşlı fosillere baksak da durum değişmemektedir. Afrika'da onbinlerce yıl önce yaşamış insanların günümüz insanından hiçbir şekilde "büyük fiziksel farklılıklar"la ayrıldığını söylemek mümkün değildir.

Bu konuda daha önceki bir Nature yazısında tanıtılan ve Etiyopya'da çıkarılan 160.000 yıllık insan kalıntılarını örnek vermek mümkündür. ABD’deki Harvard Universitesi antropologlarından Daniel Lieberman, 160.000 yıllık insan kalıntılarındaki anatomiyle günümüz insanının anatomisi arasında hiçbir farklılık bulunmadığını şu sözlerle ifade etmiştir:

"Kemikler modern insanın tüm özelliklerine sahip-eksik olan hiçbir şey yok" (3)

Görüldüğü gibi Hürriyet'in "çok büyük fiziksel farklılıklar" iddiasının, ne orjinal yazıda ne de daha da yaşlı insan kalıntılarıyla ilgili bilimsel literatürde karşılığı bulunmamaktadır. Söz konusu çalışma evrim teorisine hiçbir destek sağlamadığı hatta böyle bir amaç taşımadığı halde Hürriyet muhabirleri bunu "çok büyük fiziksel farklılık" telkinleriyle çarpıtmışlardır. Yukarıda da gösterildiği gibi bu ifadeler bilimsel hiçbir dayanağı bulunmayan bir "evrim propagandasından" ibarettir.

Sonuç:

Fosil kayıtları, ilk var olduklarından beri insanın insan, maymunların da maymun olarak ortaya çıktığını göstermektedir. Kelime oyunlarıyla yapılan evrim propagandaları ve çarpıtmalar bu gerçeği ortadan kaldırmayacaktır. Aksini iddia edenlere, bilimin teyid ettiği yaratılış gerçeğini kabullenmelerini ve Darwinizm telkini içeren evrim çarpıtmalarına son vermelerini tavsiye ediyoruz.

Not: Bu yazı aynı zamanda Discover internet sitesinde 23 Nisan 2007 tarihinde yayınlanan "How Europeans Got to Europe" (Avrupalılar Avrupa'ya Nasıl Gitti) başlıklı yazıya da cevabımızdır.

(1) Manica et.al., "The effect of ancient population bottlenecks on human phenotypic variation",Nature 448, 19 Temmuz 2007, sf. 346-348.http://www.nature.com/nature/journal/v448/n7151/full/nature05951.html
(2) Hürriyet, "Hepimiz Afrikalıyız", 20 Temmuz 2007,http://www.hurriyet.com.tr/dunya/6927210.asp?gid=200
(3) Michael Hopkin, "Skulls reveal dawn of mankind", Nature News Service, 11 Haziran 2003: http://www.nature.com/nsu/030609/030609-8.htm

Hürriyet, Milliyet, Şok Gazetesi, NTV MSNBC, Haberturk, Evrensel / 01.05.2003

Son Genetik Benzerlik Propagandası ve Darwinist Medyanın Bağnazlığı

Geçtiğimiz günlerde Darwinist yayın organlarında yine bir genetik benzerlik araştırma haberi yankılandı. Konu, evrimcilerin sık sık propaganda malzemesi yaptığı, insan ile şempanze arasındaki genetik benzerlikti. ABD’nin Michigan eyaletindeki Wayne Üniversitesi’nden araştırmacı Morris Goodman başkanlığındaki ekipten gelen bu son çalışmada1 insan ve şempanzenin birbirlerine genetik olarak %99.4 oranında benzer oldukları sonucuna varılmıştı. Goodman bu oranın büyüklüğünü gözönüne alarak şempanze ve bonoboların (cüce şempanzelerin) ait oldukları Pan genusundan çıkarılıp, insanın ait olduğuHomo genusuna dahil edilmesi gerektiğini öne sürüyordu.

Darwinist medya bu haber çerçevesinde bilindik propagandayı bir kez daha tekrarlama imkanı buluyordu: Tüm haberlerde insanın şempanzeyle ortak bir atadan geldiğinin keşfedildiği, insanın aslında biraz farklı bir maymun türü olduğu, insan ve şempanzenin neredeyse aynı olduğu masalları bilimsel gerçeklermiş gibi duyuruluyordu. Bu haberlerde büyük puntolarla verilmiş %99.4 rakamıyla, birbirlerine sarılmış insan ve şempanze fotoğraflarıyla yakınlık motifinin ön plana çıkarıldığı dikkat çekiyordu.

Aşağıda önce Darwinist medyanın propagandasının tutarsızlıkları, sonra bu propagandanın perde arkasındaki bağnaz tutum gözler önüne serilmekte ve son olarak bu propagandaya destek veren kuruluşlarla, kullandıkları manşetler listelenmektedir.

Genetik Benzerlik Propagandasının Tutarsızlıkları

Daha önce defalarca yazdığımız gibi bu genetik karşılaştırmalar evrim teorisi için bilimsel kanıtlar değil sadece önyargılar gösterir. Bunlarla ilgili bilinmesi gereken önemli noktalar şunlardır:

1. İnsanla şempanze arasındaki benzerlikler genomların tümüne genellenemez. Yani ‘İnsanla şempanze genetik olarak %99.4 benzer’ ifadesi yanlıştır. İkisinin bu kadar yüksek oranda değil de %75 benzer olduğu söylense bu da yanlış olur. Çünkü ortada tamamlanmış bir şempanze genomu projesi yoktur. Goodman’ın şempanze DNA’sından alıp incelediği gen sayısı 97 ile sınırlıdır. Bu, insan genomunda bulunduğu bilinen en az 30.000 genin sadece %0.3’üdür (binde üç). %99.4 benzerlik yargısı, sadece üç paragrafı okunan kalınca bir kitabı, sırf bu paragraflar başka bir kitapta da bulunduğu için diğerine % 99.4 benzer ilan etmek kadar mantıksızdır. Kısacası bu konuda varılacak herhangi bir yargının birinci şartı, kitabın tamamının okunması, yani şempanze genomunun tamamlanmasıdır.

2. Kısmi DNA örneklerine dayanılarak yapılan tüm genetik karşılaştırmalar tamamen önyargılara açıktır. Benzerliği fazla göstermek isteyen birisi, benzerliğin yoğun olduğu kısımları; düşük göstermek isteyen birisi de benzerliğin en az olduğu bölümleri seçme eğiliminde olacaktır. Bu durum, Goodman’a, tamamen benzer kısımları karşılaştırması durumunda, %100 benzerlik bile elde etmenin kapısını açmaktadır. Ancak Goodman elbette böyle bir sonuç elde edecek olsa ‘İnsanla Şempanze Birbirine Genetik Olarak %100 Benzer’ iddiasıyla ortaya çıkmayacaktır. Bunun yerine ‘neredeyse %100’ çağrışımı yapabilecek rakamların Darwinist medyada daha geniş bir yayılma zemini bulacağı, dolayısıyla tercih edilecekleri açıktır. Özetle, %99.4 gibi yüksek oranda benzerlik elde edilen araştırmaların büyük ölçüde evrimci önyargılara dayalı olduğu hep akılda tutulmalıdır.

3. Şempanze ve insan arasındaki benzerliklerin, ortak bir atadan evrimleştikleri tezine kanıt göstermesi tutarsızdır. Canlılardaki benzerlikler ortak bir köken göstergesi olmakla birlikte bu kökenin evrim olduğunu kabul etmek yanlıştır. Çünkü evrim teorisi kör tesadüflere dayanır. Canlılardaki ortak yapılar, örneğin DNA, ise kör tesadüflerle ortaya çıkamayacak kadar komplekstir. Örneğin birbirine benzer iki uçak gördüğümüzde bunların kökeninin kör tesadüfler değil bilinçli tasarım olduğunu düşünürüz çünkü sahip oldukları tasarım tesadüfle açıklanamaz. DNA molekülü de yüklü miktarda bilgiyi özel bir kodla saklayan kompleks tasarımda bir moleküldür. Canlılardaki tasarım genel olarak çok komplekstir ve benzer yapıların kör tesadüfler değil, ortak tasarım yani yaratılışla ortaya çıktığını kabul etmek mantık gereğidir.

4. Şempanze genomunun ‘okunması’ tamamlansa ve insan genomuyla %98 aynı olduğu gösterilse bile ‘İnsan %98 şempanzedir’ demek mantıksızdır. Çünkü insan belli oranlarda genlerini başka birçok canlıyla paylaşır. İnsan ve nematod solucanlarının genleri arasında %75 benzerlik vardır ancak bu durum insanın %75 solucan olduğunu göstermez. Bu çıkarımların mantıksızlığını bazı evrimciler de görmekte ve dile getirmektedirler. Örneğin Profesör Steven Jones, muz ve insan arasında %50 genetik benzerlik bulunduğunun gösterilmesinin insanın %50 muz olduğu anlamına gelmeyeceğini hatırlatmıştır . Çünkü iki farklı canlıdaki genler aynı olsa bile bunların tamamen farklı şekilde çalışabildikleri bilinmektedir. Ayrıca özgün genlerin bazen birden çok işlevle ilgili olması(pleiotropy) bazen de bir işlevin birden çok gen tarafından yönetilmesi (poligeny) matematiksel farklılığı çok büyük oranda genişletmektedir.

5. İnsanlar genlerini, evrimci medyanın göstermek istediğinin aksine, sadece şempanzelerle paylaşmadıkları için, bu durumda bir araştırmacının insan ve bir başka canlıdaki tamamen ortak olan 97 geni alıp ‘İnsan %100 muzdur’ ya da "İnsan %100 balinadır" diye iddia etmesi de mümkündür!

Darwinist Medyanın Bağnazlığı

Genetik benzerliği yüksek gösteren bu gibi araştırmalar, Darwinist medyanın yaygın olarak bilinmesi için çabaladığı araştırmalardır. Ancak bu konuda Darwinist medyanın bir de bilinmesini istemediği noktalar vardır ki, bunlar ‘haber’ değeri görmez ve insanlar tarafından bilinme ihtimalleri yok denecek kadar azdır. Darwinizm’e bağlı yayınlar, genetik benzerlik yüksek çıktığı zaman bunları hiç tereddüt etmeden haber yaptıkları halde, aynı benzerliğin düşük olduğu sonucuna varılan araştırmaları tamamen gözardı etmektedirler.

Örneğin, sadece son 9 aylık süre içinde evrimcilerin onyıllar boyu sürdürdükleri %98.7 benzerlik propagandasının geçersizliğini gösteren 3 tane araştırma yayınlanmıştır. Bu araştırmalar önceki genetik benzerlik çalışmalarında, benzerlik oranını özellikle yüksek çıkaracak DNA bölgelerinin incelendiğini yani sonuçların abartılı olduğunu göstermiştir. Her biri evrimciler tarafından gerçekleştirilen bu araştırmalar, bunların yayınlandıkları bilimsel yayınlar ve varılan sonuçlar aşağıdaki gibidir:

1. Britten, R.J. 2002, ‘Divergence between samples of chimpanzee and human DNA sequences is 5% counting indels (İndeller hesaba katıldığında İnsan ve Şempanze DNA Örneklerinin Dizilimleri Arasındaki Fark %5)’ Proceedings of the National Academy of Sciences 99:13633-13635

California Teknoloji Enstitüsü’nden genetikçi Roy Britten, iki canlıdan aldığı (735.000 baz çiftinden meydana gelen) DNA örneklerini sadece farklı nükleotid noktaları açısından değil, birbirlerine göre diziler halinde eksik ya da fazla oldukları bölgeler (indel: insertions and deletions, yani eklenmeler ve eksilmeler) açısından da inceledi. Britten, indeller önemli yer tuttuğu halde önceki çalışmalarda gözönüne alınmadıklarını, bunlar hesaba katılarak yapılan karşılaştırmaların benzerlik oranını önemli ölçüde düşürdüğünü göstermiş oldu. Britten, incelediği DNA örnekleri arasındaki benzerliğin ancak %95 olduğusonucuna vardı. New Scientist dergisi bu haberi ‘"Human-Chimp DNA Difference Trebled" (İnsan-Şempanze Genetik Farkı Üç Katına Çıktı)"3başlığıyla verse de bu haber uluslararası Darwinist gazete ve televizyon kanallarında neredeyse hiç yankı bulmadı. Ülkemizde ise tamamen görmezlikten gelindi.

2. Kelly A. Frazer, Xiyin Chen, David A. Hinds, P.V. Krishna Pant, Nila Patil, and David R. Cox. Genome Research. 2003 13: 341-346 "Genomic DNA Insertions and Deletions Occur Frequently Between Humans and Nonhuman Primates (İnsanlar ve Diğer Primatlar Arasında Genomik DNA Ekleme ve Eksilmeleri Sıkça Ortaya Çıkıyor)"

California’da kurulu Perlegen Sciences kuruluşunda görev yapan Kelly Frazer başkanlığında yapılan bu araştırmada insanın 21. kromozomu; orangutan, resus makakları, şempanze ve yünlü maymunun karşılık gelen genetik materyaliyle karşılaştırıldı. Varılan sonuçlar Britten’ın vardığı sonuçlara paraleldi: ekleme ve eksilmeler (indel) insanı bu maymunlardan önemli ölçüde ayırıyordu.

New Scientist dergisi haberi "Maymunlardan Derin Boşlukla Ayrılıyoruz(Yawning Gap Divides Monkeys and Us)" başlığıyla 4 verdiği halde evrimci haber organları bu bulguların üzerine de bir sessizlik perdesi çektiler.

3. 2003 Nisanı'nda Meksika’nın Cancun kentinde gerçekleştirilen İnsan Genomu Cemiyeti Toplantısı’na sunulan bir araştırmada Japonya’nın Yokohama kentindeki RIKEN Genomik Bilimler Merkezi’nden Todd Taylor başkanlığındaki ekip şempanzenin 22. kromozomuyla insanın 21. kromozomunu karşılaştırdılar.

Nature dergisinin haber sitesinde Taylor’un görüşleri şöyle aktarılıyordu: "Daha önce, insan ve şempanzenin genetik dizilimlerinin DNA’da sadece birkaç farklı harf ortaya koyduğu ve birbirine %99 benzedikleri söyleniyordu. Aslında, benzerlik oranı %94-95 kadar düşük olabilir, diyor Todd Taylor." 5

Yazıda karşılaştırma tekniklerinden de söz ediliyor, bu tekniklerin güvenilirliği hakkında evrimcilerin bile emin olmadıklarını gösteren bir yoruma yer veriliyordu. Önceki ve yeni teknikler kısaca belirtildikten sonra şu ifadelere yer veriliyordu: "Ne kadar benzer olduğumuzu gösterebilmenin hala iyi bir yolu yok, diye itiraf ediyor Taylor".

Elbette, Darwinist gazete ve televizyonlar bu toplantıya sunulan karşılaştırma sonuçlarıyla Taylor’ın yorumlarından hiç söz etmedi.

Sonuç:

Görüldüğü gibi Darwinist medya insanla maymunlar arasındaki genetik karşılaştırma çalışmalarını haber vermede son derece taraflı davranıyor. Bunların tümü izlendiği halde sadece Goodman gibi yüksek rakam öneren araştırmacılar özenle seçilip ayıklanıyor ve manşetlere taşınıyor. Genetik benzerlik iddialarının yukarıda gösterdiğimiz tutarsızlıkları halka hiç sezdirilmiyor ve araştırma sonuçları bilimsel olarak ispatlanmış kesin gerçekler gibi sunuluyor (Şempanze ile Atamız Ortak; İnsanla Şempanze Neredeyse Aynı manşetlerinde olduğu gibi).

Darwinizm’e körükörüne bağlılık gösteren bu bağnaz zihniyetin asıl amacı, halka bilimsel gelişmeleri aktarmak değil, sadece Darwinizm’i yaygınlaştırabilmektir. Ancak tüm bu kuruluşların gözardı ettikleri önemli bir gerçek vardır: Darwinizm propagandasının tüm dayanakları, birbiri ardınca yaşanan bilimsel bulgularla gün geçtikçe erimektedir. Bu durum karşısında giderek artan sayıda insan evrim teorisinin ideolojik nedenlerle sürdürülen bir aldatmaca olduğunun farkına varmakta, yaratılış gerçeği hızla yayılmaktadır. Bu kuruluşların hiçbir propaganda çabası Darwinizm’in kaçınılmaz çöküşünü engelleyemeyecek, bir zamanlar bu aldatmacaya destek olanlar da tarih ve toplum karşısında mahcup duruma düşeceklerdir.

Hürriyet, "Şempanze ile İnsanın Atası Ortak", 21 Mayıs 2003
Milliyet.com.tr
Haberturk.com, "İnsanla Şempanze Arasında 6 Milyon Yıl"
http://www.haberturk.com/yeni/habermetni.haberturk?@=93972&C_Id=15
Ntvmsnbc.com "Şempanze ile insan aynı soydan mı geliyor?"
http://www.ntvmsnbc.com.tr/news/216317.asp?cp1=1
Evrensel, "Şempanze ile İnsanın Atası Ortak", 21 Mayıs 2003
Şok, "Aynı ‘Homo’dan Geliyoruz", 21 Mayıs 2003

1. Derek E. Wildman, Monica Uddin, Guozhen Liu, Lawrence I. Grossman, and Morris Goodman Implications of natural selection in shaping 99.4% nonsynonymous DNA identity between humans and chimpanzees: Enlarging genus Homo PNAS published May 23, 2003, 10.1073/pnas.1232172100
2. "Chimps belong in the Homo genus?", Carl Wieland & Mike Matthews, 21 Mayıs 2003:http://www.answersingenesis.org/docs2003/0521chimps.asp
3. "Human-Chimp DNA Difference Trebled", 27 Eylül 2003,http://www.newscientist.com/news/news.jsp?id=ns99992833
4. "Yawning gap divides monkeys and us", New Scientist, 15 Mart 2003, sf 26
5. "Chimps expose humanness", Helen Pearce,29 Nisan 2003:http://www.nature.com/nsu/030428/030428-3.html

Hürriyet / 02.07.2000

Sn. Prof. Dr. Aslı Tolun'un Evrim Teorisi Hakkındaki Önemli Yanılgılar

Sayın Prof. Dr. Aslı Tolun’un, 2 Temmuz 2000 tarihinde Hürriyet Gazetesi’nin Pazar ekinde yayınlanan röportajında ve aynı günün gecesi telefon bağlantısı ile katıldığı Kanal 7 televizyonunda yayınlanan "Siyah Beyaz" isimli programda, İnsan Genomu Projesi hakkında yaptığı açıklamalarda birçok bilimsel yanılgı bulunmaktadır. Kendisi ülkemizin saygın profesörlerinden biri olduğu için, yorumlarındaki önemli yanılgıların ve bilgi hatalarının kamuoyu nezdinde düzeltilmesi gerektiği kanaatindeyiz.

Sayın Prof. Tolun’un evrim teorisini ispatlanmış bilimsel bir gerçek sanma yanılgısı

"Siyah Beyaz" programına konuk olarak katılan iki değerli bilim adamının, evrim teorisinin kesinlikle bilimsel bir teori olmadığına dair açıklamalarına ve gösterdikleri bazı delillere karşılık olarak, Prof. Tolun, programa telefonla bağlanmış ve evrim teorisinin kesinlikle tartışmaya açık olmadığını, ispatlanmış bilimsel bir gerçek olduğunu öne sürmüştür.

Öncelikle şunu belirtmemiz gerekir ki, evrim teorisinin "tartışmaya açık olmayan kesin olarak bilimsel açıdan ispatlanmış bir teori" olduğu iddiasını, günümüzde dünyanın en önde gelen, en ateşli evrim otoriteleri dahi ileri sürememektedir. Sn. Tolun’un bu konuda bu kadar emin ve kesin konuşabilmesinin nedeni, muhtemelen güncel gelişmeleri ve bu konuda dünya çapındaki literatürü detaylı olarak takip edememesinden ve 1960’ların 70’lerin bilgilerini kullanarak görüş bildiriyor olmasındandır. Çünkü eğer evrim teorisi ile ilgili gelişmeleri yakından takip ediyor olsaydı, teorinin "ispatlanmış gerçek" olduğu yanılgısına düşmezdi.

Günümüzde, ilgili hiçbir bilim dalında, evrim teorisine delil oluşturabilecek bir bulgu veya deney bulunmamaktadır. Örneğin evrim teorisinin canlıların birbirlerinden türediklerini gösteren bir tane bile ara geçiş formu yoktur. Bugüne kadar evrimcilerin delil gibi sundukları sözde ara geçiş formlarının her birinin geçersizliği teker teker anlaşılmıştır.

Sayın Tolun’un uzmanlık alanı olan genetik konusu ise evrim teorisi için başlı başına bir muamma ve çıkmazdır. Hayatın tesadüfler sonucunda meydana geldiğini iddia eden evrimciler, bu konuda hiçbir bilimsel açıklama getirememektedirler. Nitekim bunu en ateşli evrim savunucuları dahi bu şekilde itiraf etmektedirler. Örneğin Nobel ödülü sahibi evrimci J. Monod, "Tek hücreli basit hayatın evrimle oluşma ihtimali sıfırdır" diyerek bu itirafı yapmıştır. ( W.R. Bird, The Origin of Species Revisited", Nashville, 1991, s. 301)

Paris Üniversitesi'nden Schutzenberger ve diğer bilimadamları ise evrim teorisinin karşı karşıya olduğu matematiksel olasılık problemleri ile ilgili bir konferansta şöyle demiştir:

"Sonuç olarak, neo-Darwinist evrim teorisinde çok büyük bir boşluk olduğuna ve bu boşluğun, mevcut biyolojik bakış açısı ile doldurulamaz olduğuna inanıyoruz" (Schutzenberger, Algorithms and the Neo-Darwinian Theory of Evolution, in Mathematical Challenges to the Neo-Darwinian Interpretation of Evolution, s.73,75)

(Burada yer verdiklerimiz evrimcilerin itiraflarından yalnızca bir kaçıdır. Bu konudaki detaylı bilgiye Harun Yahya'nın Evrimcilerin İtirafları isimli kitabından ulaşabilirsiniz.)

Nitekim Sayın Tolun da, konunun uzmanı olmasına rağmen, canlılığın nasıl evrim sürecinde oluştuğuna dair televizyon programı esnasında da hiçbir açıklama getirememiş, ilgisiz konuları tekrar ederek, konuyu cevapsız bırakmıştır. Bir bilim adamı olarak Sayın Tolun da çok iyi bilmektedir ki, bir teori için birkaç bilim adamının ağız birliği ederek "bu teori kesin bir gerçektir" demeleri yeterli değildir. Bunun için bilimsel delillere, gözlem ve deneylere ihtiyaç vardır.

Sayın Tolun’un, genetik benzerliklerin evrimin delili olduğunu belirtmesi önemli bir yanılgıdır

Aslında Sn. Tolun’un da çok iyi bildiği gibi genetik benzerlikler evrime delil oluşturamaz. Canlıların genetik yapılarında benzerlikler olduğu doğrudur ve bu çok doğaldır. Sonuçta canlılığı oluşturan malzeme aynıdır. Ancak bunun canlılar arasında evrimsel bir akrabalık olduğuna dair delil olduğunu söylemek çok büyük bir yanılgıdır; özellikle de bir genetik bilimci açısından. Çünkü, birbirinden çok farklı türler arasında dahi, büyük genetik benzerlik mevcuttur.

Sözgelimi New Scientist dergisinde aktarılan genetik analizler, nematod solucanları ve insan DNA'larında %75’lik bir benzerlik ortaya koymuştur. (New Scientist, 15 May 1999, s. 27) Bu, elbette insan ile bu solucanlar arasında sadece %25’lik bir fark bulunduğu anlamına gelmemektedir! Eğer evrimcilerin kurguladığı soyağacına bakılırsa, insanın dahil edildiği Chordata filimu ile Nematoda filumlarının 530 milyon yıl önce bile birbirlerinden ayrı oldukları görülür. Yani evrimcilerin dahi akraba olarak tanımlayamalacakları iki çok farklı türün DNA’ları %75 benzerdir.

Buna bir başka örnek olarak Drosophila türüne ait meyve sineklerinin genleri ile insan genleri arasında tespit edilen % 60'lık benzerliği de verebiliriz. (Hürriyet, 24 Şubat 2000)

Öte yandan bazı proteinler üzerinde yapılan analizler de, insanı çok daha farklı canlılara yakın gibi göstermektedir. Cambridge Üniversitesi'ndeki araştırmacıların yaptığı bir çalışmada, kara canlılarının bazı proteinlerini karşılaştırmaktadır. Hayret verici bir şekilde, yaklaşık bütün örneklerde insan ve tavuk, birbirlerine en yakın akraba olarak eşleşmişlerdir. Bir sonraki en yakın akraba ise timsahtır. (New Scientist, c. 103, 16 Ağustos 1984, s. 19)

Evrimcilerin genetik benzerliğin türler arasında akrabalık ilişkisine delil olduğuna dair bir başka iddiaları ise, şempanzelerin ve insanların kromozom sayılarıdır. İnsanların 46, şempanzelerin ise 48 kromozomlarının olmasını, evrimciler akrabalıklarının bir delili olarak gösterirler. Bu durumda konunun uzmanı olarak Sayın Tolun’a soralım: Öyle ise, PATATES, insanın şempanzeden daha yakın bir akrabası mıdır? Çünkü patatesin kromozom sayısı insanınki ile tıpatıp aynıdır: 46.

Eminiz Sayın Tolun’un da kabul edeceği gibi genetik benzerlikler türler arası evrimsel akrabalığın bir delili kabul edilemez.

Sayın Tolun’un tesadüflerin kusursuz bir yapıya sahip canlıları oluşturduğuna inanma yanılgısı

Sayın Tolun, Hürriyet Gazetesi'ndeki röportajında şu açıklamalara yer vermiştir:

"Evrim aşamasında belli bir şekilde oluştuk, buna fazla müdahale edilemez, çünkü sistemimiz kaldırmaz. Ama belli bir dokuya gen eklemek mümkün...

... Diyelim ki, domuzun eti çok yağlı, bu nedenle sağlığa zararlı. Eti az yağlı bir domuz üretilirse insan sağlığı için çok yararlı bir iş yapmış olacaklardı. Hayvanı değiştirmeye çalıştılar. Domuzlardaki çalışmalar başarısız oldu. Yağsız et üretmeye çalışırken başka hastalıklar çıktı. Çünkü her organizma, insanlar da dahil, evrim sürecinde belli bir yolda ilerlemiş. Üç metrelik bir insan yaratmak istediğinizde bu kez dolaşım sistemi yetmeyecek buna. O nedenle bence çok da kolay değil insanı değiştirmek. İnsan için bunu yaparlar mı? Bilmiyorum. Bu da hangi amaçla yapılır onu da bilmiyorum. Ama insanla pek oynanmayacağını sanıyorum. "

Sayın Tolun’un da sözlerinde belirttiği gibi, her canlı son derece kompleks ve hassas bir dengeye sahiptir ve her canlı kusursuzca inşa edilmiştir. Böyle kusursuz, kompleks ve hassas bir yapının tesadüfen meydana gelen mutasyonlar ve doğal seleksiyon gibi bilinçsiz bir mekanizma tarafından oluşturulması ise kesinlikle imkansızdır.

En azından Sn. Tolun, kendisinin çok yakından tanıdığı DNA’nın tesadüfler sonucunda nasıl oluşabileceği üzerinde düşünebilir. DNA gibi gözle görülemeyecek bir yerde, milyarlarca bilgiyi barındıran bir yapının tesadüfen oluşması kesinlikle imkansızdır. DNA’da bulunan bilginin 500’er sayfalık 900 ciltten oluşan bir ansiklopedideki bilgilerle eşit olduğu hesaplanmaktadır. En basit canlılar olarak kabul edilen tek hücrelilerin dahi genetik bilgisi olağanüstü derecede detaylıdır.

Peki bu genetik bilgi nasıl oluşmuştur? Bu bilginin, nükleotidlerin (yani DNA basamaklarının) tesadüfen dizilmesiyle oluşmasının imkansızlığı çok açıktır. Evrimci Fransız bilim adamı Paul Auger şöyle demektedir:

Rastgele kimyasal olaylar sayesinde nükleotidler gibi karmaşık moleküllerin ortaya çıkışı konusunda bence iki aşamayı net bir biçimde birbirinden ayırmamız gerekir; tek tek nükleotidlerin üretilmesi —ki bu belki mümkün olabilir— ve bunların çok özel seriler halinde birbirine bağlanmaları. İşte bu ikincisi, olanaksızdır. (Paul Auger, De La Physique Theorique a la Biologie, 1970, s. 118)

Uzun yıllar moleküler evrim teorisini savunan Francis Crick bile DNA'yı keşfettikten sonra, böylesine kompleks bir molekülün tesadüfen, kendi kendine, bir evrim süreci sonucunda oluşamayacağını itiraf etmiş ve şöyle demiştir: "Bugünkü mevcut bilgilerin ışığında dürüst bir adam ancak şunu söyleyebilir: Bir anlamda hayat mucizevi bir şekilde ortaya çıkmıştır."(Francis Crick, Life Itself: It's Origin and Nature, New York, Simon & Schuster, 1981, s. 88)

Evrimci biyolog Prof. Dr. Ali Demirsoy da, DNA'nın kökeni hakkında şu itirafı yapmak zorunda kalır: "Bir proteinin ve çekirdek asitinin (DNA-RNA) oluşma şansı tahminlerin çok ötesinde bir olasılıktır. Hatta belirli bir protein zincirininortaya çıkma şansı astronomik denecek kadar azdır." (Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara: Meteksan Yayınları, 1984, s. 39)

Bu noktada çok ilginç bir paradoks daha vardır: DNA, yalnız protein yapısındaki bir takım enzimlerin yardımı ile eşlenebilir. Ama bu enzimlerin sentezi de ancak DNA'daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşir. Birbirine bağımlı olduklarından, eşlemenin meydana gelebilmesi için ikisinin de aynı anda var olmaları gerekir. Hayatın kökeni araştırmalarının tanınmış bir ismi olan John Horgan bu ikilemi şöyle açıklar:

DNA, katalitik proteinlerin ve enzimlerin yardımı olamadan yaptığı işi, yeni DNA üretmek de dahil olmak üzere, yapamaz. Kısacası DNA olmadan proteinler var olmaz, ama DNA da proteinler olmadığı durumda oluşmaz. (John Horgan, "In the Beginning",Scientific American, Cilt 264, Şubat 1991, s. 119)

Evrim teorisinin ünlü savunucularından Nobel ödüllü Jacques Monod da konuyu şu şekilde açıklamaktadır:

"Şifre (DNA ya da RNA’daki bilgi), aktarılmadıkça anlamsızdır. Günümüz hücresindeki şifre aktarma mekanizması en az 50 makromoleküler parçadan oluşmaktadır ki, bunların kendileri de DNA’da kodludurlar. Şifre bu birimler olmadan aktarılamaz. Bu döngünün kapanması ne zaman ve nasıl gerçekleşti? Bunun hayali bile aşırı derecede zordur. (Jacques Monod, Chance and Necessity, New York: 1971, s.143)

Bu durum, canlılığın rastlantılarla oluşması senaryosu bir kez daha çökertmektedir. Amerikalı biyokimyacı Jacobson, bu konuda şöyle der:

İlk canlının ortaya çıktığı zaman, üreme planlarının, çevreden madde ve enerji sağlamanın, büyüme sırasının, bilgileri büyümeye çevirecek mekanizmaların tamamına ait emirlerin o anda ve bir arada bulunmaları gerekmektedir. Bunların hepsinin kombinasyonu tesadüfen gerçekleşemez. (Homer Jacobson, "Information, Reproduction and the Origin of Life",American Scientist, Ocak 1955, s.121)

Yukarıdaki ifadeler, James Watson ve Francis Crick tarafından DNA'nın yapısının aydınlatılmasından iki yıl sonra yazılmıştı. Ancak bilimdeki tüm gelişmelere rağmen, bu sorun evrimciler için hala çözümsüz olmaya devam etmektedir. Bu nedenle Alman biyokimyacı Hofstadter şöyle demektedir:

Nasıl oldu da genetik bilgi, onu yorumlayan mekanizmalarla (ribozomlar ve RNA molekülleri ile) birlikte ortaya çıktı? Bu soru karşısında kendimizi bir cevapla değil, hayranlık ve şaşkınlık duyguları ile tatmin etmemiz gerekiyor. (Douglas R. Hofstadter, Gödel, Escher, Bach: An Eternal Golden Braid, New York:Vintage Books, 1980, s. 548)

San Diego California Üniversitesi’nden Stanley Miller’in ve Francis Crick’in çalışma arkadaşı olan ünlü evrimci Dr. Leslie Orgel ise, 1994 tarihli bir makalesinde aynı gerçek karşısında şöyle demektedir:

Son derece kompleks yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı sonucuna varmak zorunda kalmaktadır. (Leslie E. Orgel, "The Origin of Life on Earth", Scientific American, Cilt 271, Ekim 1994, s. 78)

"Yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının imkansız olması" demek, "yaşamın tesadüfen ortaya çıkması imkansız" demektir. Dolayısıyla yaşamın kökenini tesadüfle açıklamaya kalkan evrim teorisi, daha bu ilk noktada çökmektedir.

Yaşamın kökeni tesadüf olmadığına göre, bilim açıkça göstermektedir ki, yaşam bilinçli bir şekilde yaratılmıştır. Yalnızca ilk canlılık değil, yeryüzündeki tüm farklı canlı sınıflamaları ayrı ayrı yaratılmışlardır. Nitekim fosil kayıtları bu hususu doğrulamakta, tüm türlerin yeryüzünde bir anda ve özgün yapılarıyla ortaya çıktıklarını, arkalarında hiç bir evrim süreci olmadan yaratıldıklarını göstermektedir.

Dolayısıyla Sayın Tolun'un telaffuz ettiği "evrim aşamasında bir şekilde oluştuk" şeklindeki iddia, bilime aykırı bir yanılgı ve batıl inanıştır. Ne insan ne de bir başka canlı "evrim aşamasında bir şekilde" oluşmamış, aksine Allah yaratmıştır.

Sonuç

Sonuç olarak, DNA’nın tesadüfen oluştuğuna inananlara aşağıdaki soruları soralım:

1. Bir dağ başındaki mağaraya girdiğinde, 500 sayfalık bir tarih kitabını bulan bir adamın, bu kitabın bir yazarı olamayacağını, kitabın bu mağarada yağmurların, rutubetin, fırtınaların, yıldırımların etkisiyle oluştuğunu iddia etmesi mantıklı mıdır?

2. Bir hurda yığınına isabet eden kasırganın savurduğu parçalarla tesadüfen bir Boeing 747 uçağının oluştuğunu iddia eden bir adam ne derece inandırıcıdır? (Bu örnek, ünlü İngiliz matematikçi ve astronom Sir Fred Hoyle’un, 12 Kasım 1981’de Nature dergisine verdiği bir demeçte, hücrenin tesadüfen oluşmasının imkansızlığını anlatmak için verdiği bir benzetmedir)

3. Bir basımevinde meydana gelen patlama sonucunda şans eseri bir ansiklopedinin "bir şekilde" basılıvermiş olduğuna inanan kişinin akıl sağlığından şüphe edilmez mi?

Bu şekilde daha pek çok örnek sıralayabiliriz. Burada anlaşılması gereken özetle şudur: Tesadüfün kusursuz bir yapıya sahip DNA'yı oluşturduğuna inanan insan yukarıdakilere de inanmak zorundadır çünkü DNA'nın tesadüfen oluşması yukarıda saydıklarımızdan çok daha zordur. Madem Sn. Tolun, cansız maddelerin tesadüfler sonucunda canlılığı meydana getirdiğini düşünüyor; öyle ise bir deney düzenlediğimizi farz edelim ve kendisine soralım:

Tüm evrimci bilim adamları bir araya gelerek, bir varilin içine, canlılık için gerekli gördükleri tüm atomları doldursunlar. Hatta onlara, bu varilin içine canlılık için gerekli olan aminoasitleri de eklemelerine izin verilsin. Daha da ileri gidilsin ve evrimciler istedikleri malzemeyi bu varile koymakta serbest olsunlar. Hatta, uzaydan dahi istediklerini getirtip bu varile koyabilsinler. Sonra bu varili ister ısıtsınlar, ister üzerine yıldırımları göndersinler, istedikleri kadar elektrik şoku versinler. Kısacası bu deneyde her istediklerini yapabilsinler. Zaman problemleri de olmasın, nöbeti birbirlerine devrederek, varilin başında milyarlarca yıl beklesinler. Acaba bu varilin içinden, bütün evrimci bilim adamları bir araya gelerek, tek bir canlı hücreyi çıkartabilirler mi? Veya bu varilden, tavşanları, kedileri, ceylanları, gülleri, orkideleri, çam ağaçlarını, begonyaları, karpuzu, çileği, palmiye ağaçlarını, kuş kanatlarını, sincapları, tavuskuşlarını, kuğuları, genetik yapısını inceleyen profesörleri, Mozart gibi bestekarları, Leonardo Da Vinci gibi ressamları çıkartabilirler mi?

Kuşkusuz, bu sorulara "evet" yanıtını vermekle evrim teorisine inanmak aynı şeydir. Çok az düşünmek, tutucu davranmamak ve gerçeklerden kaçmamak bu açık gerçeğin görülmesini sağlayacaktır.

Hürriyet / 22.02.2002

Hürriyet Gazetesinin ''Konuşan Maymun'' Hayalleri Bilim Dışıdır

22 Şubat 2002 tarihli Hürriyet gazetesinin Bilim ekinde "Maymunlarda da insana benzer dil organı var" başlıklı bir yazı yayınlandı. Bu yazıda, 29 Kasım 2001 tarihinde Nature dergisinde yayınlanan "Assymetric Broca's area in great apes" başlıklı bir makaleden bilgiler alınarak, maymunların insanlar gibi konuşmaya yatkın oldukları iddia edildi. Aşağıda, Hürriyet gazetesinin "konuşan maymun" umutlarının hiçbir zaman gerçekleşmeyeceği ve bu yöndeki iddialarının bilim dışı olduğu açıklanmaktadır.

Yazıda sözedilen buluş, maymunlara konuşma yeteneği kazandırmaz

Evrimciler, insanlarla maymunlar arasındaki bilinç, düşünme, konuşma yeteneği gibi aşılamaz farklılıkları ortadan kaldırabilmek için yıllardır "konuşan maymunlar" oluşturmaya çalışmışlar veya insana konuşma yeteneği kazandırdığını düşündükleri fiziksel özellikleri maymunlarda da aramışlardır. Hürriyet gazetesindeki haberde yeralan araştırma da bunun örneklerinden biridir. Sözkonusu araştırmanın sonuçlarına göre, insanın beynindeki konuşma alanı olarak bilinen Broca bölgesi ile maymunların aynı bölgesinde benzerlikler bulunmuştur. İnsanı beyninin Broca bölgesinde yeralan ve konuşma yeteneği ile ilgili olan Brodmann 44 olarak isimlendirilen bölge, insan beyninin sol kısmında daha büyüktür ve bu büyüklüğün konuşma yeteneği ile bağlantı olduğu düşünülmektedir. Yapılan araştırmada ise, üç maymun türünde benzer bir asimetri görülmüş, yani maymunların da beyinlerindeki aynı bölgenin diğerine göre daha büyük olduğun saptanmıştır. Bu sonuç ise, evrimci bilim adamlarının "konuşan maymunlar" hayallerini bir kez daha canlandırmıştır.

Ancak, insan ve maymun beynindeki bazı fiziksel benzerlikler, hiçbir zaman maymunların konuşma yeteneğine sahip oldukları anlamına gelmemektedir. Çünkü konuşma yeteneği sadece insanlardaki birtakım fiziksel özelliklerden kaynaklanmamaktadır. Konuşma yeteneği için gerekli olan en önemli özellik bilinçtir ve bu hayvanlarda bulunmamaktadır.

Hayvanlar konuşma yeteneği için gerekli olan bilinçten yoksundurlar

Evrimciler "konuşan maymun" hayallerini gerçekleştirmek için bugüne kadar sayısız deney ve araştırma yürütmüşlerdir, özellikle maymunlara konuşmayı öğretmeye çalışmışlardır. Fakat bunların herbiri evrimcilerin hayal kırıklığı ile sonuçlanmıştır. Dilbilimin ve dil felsefesinin 20. yüzyıldaki en önde gelen ismi olan, Massachussets Teknoloji Enstitüsü Dilbilim Profesörü Noam Chomsky, konuşma özelliğinin yalnızca insana özgü olduğunu şu sözlerle vurgular:

"Hayvanlara konuşma becerisinin öğretilmesi akıl dışıdır. İnsanlara kollarını açıp kapayarak uçmayı öğretmeye benzer." [i]

Konuşma yeteneği yalnızca insanlarda vardır. Hayvanlar da iletişim kurarlar ancak onlar soyut veya nesnel olsun hiçbir kavramı sembollere dönüştüremezler. Onların kavramları bilme yeteneği yoktur. Onlar ancak "durumları" birbirlerine aktarabilirler. Yani "tehlike var kaçalım", "benim bölgemde avlanma" gibi kısıtlı sayıda, öğrenme yoluyla değil, doğuştan programlı oldukları bazı 'durum mesajlarını' birbirlerine aktarabilirler.

İnsan ise, kavramlara, sembollere ve gramatik oluşumlara dayalı bir dil kullanır. Soyut kavramları anlar ve anlatabilir. Hiç görmediği, karşılaşmadığı bir durumu ya da düşünceyi bu sayede kolayca hem anlayabilir hem de aktarabilir.

İnsan sesi ilehayvanların seslerinin benzeştiği, birbirinin ilkel bir türü olduğu sonucunu çıkarmak ise ancak dar bir bakış açısının ürünüdür. Sembolik iletişimde önemli olan, sembollerin hangi ortamda iletildiği değildir. Bu iletişim, sağır-dilsizlerin kullandığı işaret dili de olabilir. El işaretleri ile gerçekleştirilen insan dili ve sözlerle gerçekleştirlen insan dili, apayrı gramer yapıları da olsa, anlatım gücü bakımından eşittir. Önemli olan mesajların iletim araçları değil, kavramların oluşması, bu kavramların kapsadığı anlamsal bölgenin sembollerle eşleştirilmesi ve bu sembollerin bir sözdizimiyle gramatik cümleleri oluşturmasıdır. Bunun içinse bilinç gerekir. Bütün araştırmalara karşın, yeryüzünde hiçbir hayvan, bunu andırıyor bile denecek bir özellik sergilememektedir, çünkü hiçbir hayvan bilinç sahibi değildir.

Bugüne kadar yapılan çalışmalar, insandan başka hiçbir canlının konuşma özelliğine sahip olmadığını ortaya koymuştur

Evrimcilerin "düşünen hayvan" ve "konuşan hayvan" konusundaki umutsuz çalışmalarının başında, maymunları konuşturmak için onyıllardır gösterdikleri çaba gelir. Evrimciler beyin büyüklüğünü temel alarak bazı canlıların, en azından insana en yakın canlı olarak gördükleri maymun ailesinin, basit bir bilince ve ilkel bir dile sahip olduğunu ummuşlardır. Bu düşünceyle yola çıkan bazı evrimciler uzun yıllar boyunca maymunlarla yaşamış, maymunlar üzerinde sayısız deney yapmış, zeka testleri uygulamış, hayali ortamlara verdikleri tepkileri gözlemlemişlerdir. Sonuç olarak bu hayvanlarda bilinç olmadığı ortaya çıkmıştır.

Örneğin, Louisiana Üniversitesinden Profesör Daniel J. Povinelli'nin araştırmaları, evrimcilerin tümüyle hayal kırıklığına uğramalarına sebep olmuştur. 300 şempanzeyle beraber yaşayan Povinelli'nin tarafsız araştırmaları, evrim teorisinin hayali iddiasının son dayanağını da yıkmıştır. Povinelli, uzun çalışmalarını 1998 yılındaki bir makalesinde tek bir cümleyle şöyle özetler:

"Şempanzeler, üzerlerinde yaptığım çalışmalara çok sabrettiler ama nihayetinde bana tüylü insan çocuğu olmadıklarını öğrettiler." [ii]

Evrim teorisini destekleyenler, bu gerçekler karşısındaki hayalkırıklığını gizleyememekte ve çeşitli itiraflarda bulunmaktadırlar. 1999 yılında Sciencedergisinde yayınlanan bir makalede, maymunlar evrim teorisinin iddiasına uygun olarak "tüylü kuzenlerimiz" olarak tanımlanmakta, ama bu canlılar ile insan arasında benzerlik kurma çabasına yöneltilen bilimsel itirazlar şöyle belirtilmektedir:

"Hauser ve artan sayıda nörolog, psikolog ve etnolog bu sorunu felsefenin hakimiyetinden çıkartıp deneysel bilimin içine sokmak istiyorlar. İnsan zihnini tüylü kuzenlerimizden bu kadar farklı kılan şeyi anlamak için bilimsel bir kurum oluşturmaya çalışıyorlar... Ama diğer bilim adamları ne kadar akıllıca tasarlanmış olurlarsa olsunlar, bu deneyleri ikna edici bulmuyorlar. Hatta Londra Üniversite Koleji'nden psikolog Celia Hayes, hayvanların konuşamadığını göz önüne alarak, 'çok şaşırıyorum, bir kimse başka canlılarda bilinç bulabileceğini nasıl düşünebilir?' diyor." [iii]

Bugüne kadar hiçbir şempanze veya maymun işaretle ya da başka herhangi bir biçimde konuşamamış, insanın sembolik iletişimini taklit bile edememiştir. [iv] Bir şempanzenin gramer gibi çok karmaşık bir sistemi kullanmasının veya öğrenmesinin mümkün olmadığını dilbilimin bütün önde gelen isimleri kabullenmektedirler. Şempanzelerin gramer öğrenme konusundaki becerilerinin sıfıra eşit olduğu açıklanmaktadır. Gelişigüzel yapılan işaretler hiçbir zaman bir dilsiz alfabesinin belirgin ve koordine hareketlerine dönüşmemektedir.[v]

"Konuşan Maymun" hikayelerinin gerçek yüzü

Tüm bu bilimsel gerçeklere karşın basın yayın organlarında sık sık yer alan "konuşan maymun" haberlerinin dayanağı nedir? Örneğin yine Hürriyetgazetesinin 2 Ağustos 1999 tarihli nüshasında, "Konuşan Maymun Artık Yazıyor" başlıklı bir haber yer almıştır. Kaynağı tam olarak bildirilmeyen bu haberde, ABD'li bilim adamlarının eğittiği 'Panbanişa' isimli şempanzenin tam 14 yılda, önce işaret dili ile konuşmayı, sonra da yazmayı öğrendiği iddia edilmiştir. Adı geçen gazete, aslında Atlanta Georgia Eyalet Üniversitesi'nin dil araştırma merkezinde Dr. Sue Savage Rumbaugh'ın yıllardır yaptığı çalışmaları yeni bir haber gibi vermiştir.

Rumbaugh'ın, Panbanişa ile yaptığı çalışmalar yıllardır bilinmektedir veHürriyet gazetesinde yayınlanan haberin aksine, hiçbir otorite bu şempanzenin ne konuştuğunu ne de yazdığını iddia etmemektedir. Amerika'nın önde gelen gazetesi New York Times'ın bilim ekinde yayınlanan "Şempanze Konuşma Tartışması: Gerçekten Dil mi?" başlıklı bir yazıda araştırmacı-yazar George Johnson aynı konuyu şöyle ele almaktadır:

"Dr. Rumbaugh şempanzelerinin 2.5 yaşında çocukların güdük anlama becerilerini gösterebildiğini bildirmektedir. Pinker ise böyle deneyler için; 'benim zihnimde bu tip çalışmaların, ayıların Moskova Devlet Sirki'nde tek tekerlekli bisikletlere binmesinden bir farkı yoktur' demekte... Yakından inceleyince bilim adamları şempanzelerin eğiticilerini memnun etmek için ellerini çeşitli şekillere soktuklarına dair çok güçlü deliller buldular. Ve eğiticiler iletişimle ilgili örnekler bulmak için zorlarlarken el sallamanın arasında kelimeler gördüklerini sandılar, tıpkı çocukların bulutlarda resimler gördükleri gibi... Bazı dilbilimciler ve kognitif bilimi (bilişim) uzmanları arasında HAYVAN KONUŞMA DENEYLERININ BILIMSEL KAYGI KADAR IDEOLOJIK KAYGILARLA MOTIVE EDILDIKLERI ŞÜPHESI yer almaktadır." [iv]

Johnson'ın da belirttiği gibi evrimciler, insanın biraz daha gelişmiş bir maymun türü olduğunu ispatlamak için, elde ettikleri her veriyi bu inançları doğrultusunda değerlendirmekte, daha doğrusu çarpıtmaktadırlar. Bu taraflı yaklaşımları nedeniyle, tezleri bir spekülasyondan öteye gitmemekte ve sonunda tarafsız bilim adamları tarafından yalanlanmaktadır.

Hayvanların belirli hareketleri öğrenmesi veya insan hareketlerini taklit etmesi bilinen bir konudur. Ancak, dil gibi bir yapının kullanılabilmesi için bilinç, akıl, anlama yetisi, mantık gibi hayvanlarda hiç olmayan, sadece insana özgü kabiliyetler zorunludur. Bilinci olmayan bir canlının konuştuğunu iddia etmek, hiçbir bilinçli bilim adamının yapacağı bir şey değildir.

Maymunla İnsan arasındaki %99 benzerlik iddiası bilim dışıdır

Hürriyet gazetesindeki haberde sık sık, insanlarla maymunların genetik açıdan %99 benzer olduğu öne sürülmektedir. Bu sitede bu konuya birkaç kez açıklama getirildiği için burada tekrar edilmeyecektir. Detaylı bilgi isteyenler http://www.netcevap.org/genetik.html adresinden bu bilgileri bulabilirler. Ancak, kısaca belirtmek gerekirse, maymunların genom haritası çıkarılmış değildir. Dolayısıyla, insan ve maymun genomunu arasında bir karşılaştırma yapmak henüz mümkün değildir. Bazı evrimci yayınlarda rastlanan %99 benzerlik iddiası ise tamamen evrimci önyargılarla öne sürülmüş, bir kaç basit bulgunun abartılarak yorumlanmasından ibaret, bilimsel hiçbir dayanağı olmayan bir iddiadır.

Sonuç

20. yüzyılın son çeyreğindeki baş döndürücü bilimsel gelişmeler evrim teorisini ve materyalizmi çöküşün eşiğine getirmiştir. 21. yüzyıl ise, her ikisinin mutlak yenilgisine şahit olacaktır. Propagandanın, bu gerçeği değiştirmesi ise mümkün değildir.

i N. Chomsky, Language and Linguistics s. 65
ii Daniel J. Povinelli, Scientific American, 19 Kasım 1998
iii Elisabeth Pennisi, Science, Volume 284, Sayı 5423, 25 Haziran 1999, s. 2073-2076.
iv Philip Liebermann, Eve Spoke: Human Language and Human Evolution, W.W. Norton & Company, Ocak, 1998, s.3
v Steven Pinker, The Language Instinct, Harper Perennial, 1994, s.339
vi George Johnson, "Chimp Talk Debate: Is It Really Language?", Language and Linguistics, s.64-69 New York Times, June 6, 1995