Tazmanya Kaplanının Evrimi: Körükörüne Savunulan Bir Evrim Doğması
Discovery Channel TV’de 24 Mart 2003 tarihinde "Tazmanya Kaplanı Klonlanıyor" isimli bir belgesel yayınlandı. Belgesel, soyu tükenmiş olan Tazmanya kaplanının, bu türe ait olan ve 140 yıldır alkollü bir solüsyonda bozulmadan saklanan bir cenin sayesinde klonlanması çalışmalarını konu ediyordu. Programda Avustralya Doğa Tarihi müzesi yetkilerinin başlattığı klonlama projesinin karşısındaki zorluklar ve projenin hakkında bilim adamı görüşleri anlatılıyordu. Programın sonunda klonlama çalışması başarıya ulaşmasa da ceninden elde edilen DNA parçalarının birleştirilebildiği, belki daha gelecekte birgün klonlamanın başarılacağı belirtilerek temenniler sıralanıyordu. Ancak bir yandan da kanal Tazmanya kaplanının kökeni hakkında bazı Darwinist iddialar ortaya koyarak izleyicilere evrim propagandası yapıyordu. Bu yazıda, belgeselde ortaya konan Darwinist yanılgılar cevaplandırılacaktır.
Tazmanya kaplanı, Avustralya’nın güneyinde bulunan Tazmanya adasında yaşamış bir türdür. Türün ortadan kalkmasında Avustralya kıtasına yerleşen yerleşimciler önemli rol oynamıştır. Çiftçiler, kendi hayvanlarına saldırarak önemli zararlara yol açan bu türe karşı geniş bir av kampanyası başlatmış, bu kampanya Tazmanya kaplanının ortadan kalkmasıyla son bulmuştur.
Programda daha çok Tazmanya kaplanını klonlama çalışmaları üzerinde durulmakta, canlının kökeni hakkında fazla bir yorum yapılmamaktadır. Discovery Channel tek bir cümleyle Tazmanya kaplanının evrimle ortaya çıkan bir tür olduğu iddiasını ortaya atmakta ve konuyu geçiştirmektedir. Belgeselde Tazmanya kaplanı hakkında şu iddiaya yer verilmektedir:
"Elli milyon yılda evrimleşen Tazmanya kaplanı sadece elli yılda ortadan kaldırıldı."
Evrim iddiasının bu kadar kısa bir cümleyle kısıtlı tutulmasının altında yatan neden, Tazmanya kaplanının gerçekte evrim senaryolarını çürüten bir canlı olmasıdır.
Tazmanya kaplanının evrimi çıkmaza sokan özelliklerine geçmeden önce, bu canlının bir diğer isminin ‘Tazmanya kurdu’ olduğunu belirtmek gerekir. Gerçekte canlının anatomisi asıl olarak kaplana değil kurda benzemektedir. Kafatası yapısıyla Kuzey Amerika kurdundan neredeyse hiçbir farkı yoktur. Nitekim bilim literatüründe daha yaygın olarak kullanılan adı Tazmanya kurdudur. Kaplanlarla tek benzer yönü vücudunun arka kısmında, bir kaplanda bulunanlara benzer, paralel çizgilere sahip olmasıdır.
Tazmanya kurdunun/kaplanının önemli bir özelliği ise, aynen kanguru gibi, bir ‘keseli’ olmasıdır. Bir kurda bu kadar benzer olduğu halde keseli olması evrimcileri zoraki kabullerde bulunmaya itmektedir.
Tazmanya kurdu keseli memelilere ait olduğu halde benzeri olan Kuzey Amerika kurdu plasentalı memelidir. Evrimcilere göre plasentalı ve keseli memelilerin sözde evrimsel ayrılması 100-120 milyon yıl önce gerçekleşmiştir. İki canlının son ortak atasının bu kadar eski oluşu sahip oldukları benzerlikle açıkça çelişmektedir. Sorun şudur: Nasıl olur da birbirine tamamen uzak iki kıtada (Avustralya ve K. Amerika neredeyse dünyanın zıt uçlarında yer alırlar) evrimleştiği ileri sürülen canlılar yüz milyon yılı aşkın süre sonra neredeyse farksız iskeletlere sahip olabilirler? Birbirinden tamamen bağımsız coğrafyalarda, tamamen rastlantısal olaylara dayanan "evrim süreçleri" nasıl olur da aynı beden yapısını iki defa ortaya çıkarabilir? Bu sorular karşısında evrimciler mecburen bu iki canlının tesadüfi mutasyonlarla ayrı coğrafyalarda iki kez ortaya çıktığını kabul etmektedirler.
Evrimcilere göre iki canlı son derece uzak bölgelerde yer almalarına rağmen benzer çevresel faktörler yüzünden benzer anatomilere sahip olmuşlardır. Çevresel faktörler sözde evrimleşmekte olan canlılar üzerinde aynı yönde baskı oluşturmuş ve iki benzer canlı ortaya çıkmıştır. Evrimciler bu hayali faktörlerden ‘evrimsel baskı’ olarak söz ederler ve sanki canlıları aynı yöne doğru yönlendiren bilinçli bir süreç varmış gibi bir üslup kullanırlar. Oysa böyle bir "evrimsel baskı" yoktur. Sadece rastlantısal mutasyonlar vardır ve bu mutasyonların, birbirinden tamamen ilgisiz iki farklı memeli grubuna, yüzlerce kez aynı biçimde isabet ettiğine inanmak, tamamen akıldışıdır. Akla uygun olan açıklama, iki bağımsız canlının, ortak bir "plan" üzere yaratıldığıdır.
Gerçekte Tazmanya kurdu ile plasentalı kurt arasındaki benzerlik, morfolojik benzerliklerin ortak atadan gelme teorisine kanıt oluşturduğu yönündeki klasik evrimci iddiayı (yani "homoloji" argümanını) çürüten önemli bir kanıttır. Birbirine çok benzer iki kurdun bile hiç bir ortak atadan gelmedikleri açıkça belli olduğuna göre, diğer benzer türler, örneğin maymun ile insan için öne sürülen "benziyorlar, demek ki akrabalar" tezinin nasıl bir inandırıcılığı olabilir?
Sonuç
Discovery Channel’da Tazmanya kurdu hakkında anlatılan Darwinist hikayeler hiçbir bilimsel anlam ifade etmemektedir. TV kanalı hiçbir bilimsel kanıt ortaya koymadan kendi Darwinist inançlarını izleyicilerine empoze etmiştir. Discovery Channel’a bu gözü kapalı evrim taraftarlığına bir son verme çağrısında bulunuyoruz.
EVRİM TEORİSİNE CEVAP
150 Yıllık Bir Masalın Sonu
1 Şubat 2012 Çarşamba
Discovery Channel / 24.03.03
Discovery Channel’ın Tyrannosaurus rex Hakkındaki Yanılgısı
24 Mart 2003 tarihinde Discovery Channel’da "T. rex Vadisi" isimli bir belgesel yayınlandı. Belgeselde 85 ila 65 milyon yıl önceki dönemde yaşamış etçil bir dinozor türü olan Tyrannosaurus rex hakkında geliştirilen yeni bir tez konu ediliyordu. ABD’nin Montana eyaletinde bulunan Rockies Müzesi’nden Jack Horner isimli paleontolog, yaygın kanının aksine, T.rex’in yırtıcı değil leş yiyici bir canlı olduğunu ileri sürüyordu. Bu canlıların gözlerinin (avı görmek için) fazla küçük olduğu, kollarının (avı tutmak için) fazla kısa olduğu ve bacaklarının (avı kovalamak için) fazla iri olduğu anlatılıyordu. Horner, bu özelliklerine dayanarak T.rex’in av peşinde koşarak onu yakalama yeteneğine sahip olmadığını, dolayısıyla leş yiyici bir tür olarak düşünülmesi gerektiğini savunuyordu. T.rex lerin kökeni konusuna girilmemesine rağmen, bulunan iki T.rex fosili arasında kurulan bir ilişki bilimsel açıdan bir yanılgıya işaret ediyordu. Bu yazıda söz konusu bağlantının arkasındaki evrimci ön yargılar gözler önüne serilecektir.
Paleontolog Jack Horner, ‘G.rex’ ve ‘Wankel rex’ olarak bilinen iki T.rex fosili hakkında bilgiler vermekte, sonra bunlardan yola çıkarak T.rex lerin sözde evrimi hakkında iddialara yer vermektedir. Yaklaşık 68 milyon yıllık olan G.rex, bilinen en eski T.rex fosili olma özelliğindedir. Horner 1990 yılında bulunan ve G.rex’ten 90 metre daha yukarıdaki katmanda bulunan Wankel rex’in, Kretas dönemi ile üçüncü jeolojik dönem arası geçiş sınırına (K-T sınırı) yakın konumda bulunduğunu belirtmektedir. Böylece Wankel rex’in, G.rex’ten iki-üç milyon yıl daha yaşlı olduğu tahmin edilmektedir.
Horner, iki türe ait fosiller üzerinde yaptığı incelemelerde kaval ve uyluk kemiklerinin birbirine oranını karşılaştırmaktadır. G.rex’te uyluk ve kaval kemiklerinin yaklaşık eşit uzunlukta olduğu, buna karşın Wankle rex’te uyluk kemiğinin kaval kemiğinden daha uzun olduğu anlatılmaktadır. Burada Horner tamamen hayalgücüne dayanan bir bağlantı kurmakta ve T.rex lerin bacaklarında zaman içinde bir değişim görüldüğü, bunun sonucunda koşma kabiliyeti yerine evrimle uzun mesafe yürüme yeteneği geliştirdikleri iddia edilmektedir. Discovery Channel’da verilen bu iddianın hiçbir bilimsel değeri yoktur.
Öncelikle verilen bilginin doğruluğu kuşkuludur: Discovery Channel’ın "T.rex Vadisi" belgeseli ve Horner’ın iddialarını yorumlayan bir dinozor uzmanı, söz konusu kemik oranlarının Horner’ın iddia ettiği gibi olmadığını belirtmektedir. Cleveland Doğa Tarihi Müzesi’nin internet sayfasında yorumlarına yer verilen Nicholas Gardner isimli dinozor uzmanı, Wankel rex’in kaval kemiğinin kırılmış parçalardan meydana geldiğini belirtmektedir. Gardner, Horner’ın bu parçalara bakarak oluşturduğu oranların yanlış olduğunu ve bu yanlışlığın, Carnegie ve Washington Müzelerinde kurulu Wankel rex dinozor iskeletlerinden açıkça anlaşılabileceğini ifade etmektedir. Çünkü müzedeki örnekler Horner’ın ileri sürdüğü oranları göstermemektedir.
Öte yandan eğer Horner oranları doğru belirlemiş olsa da, iddiaları evrime bir destek sağlamayacaktır. Çünkü milyonlarca yıl öncesine ait bacak kemiklerinin sadece uzunluklarına bakarak arada bir ‘evrim’ bulunduğunu söylemek, sadece kişinin ön yargılarıyla varabileceği bir sonuçtur. Bir türe ait farklı fosil örneklerinin kemik uzunluklarında derin farklılıklar görülebilir. Örneğin fosil kayıtlarında bir Çinli ve bir İskandinav’a ait bacak kemiklerine rastlayan bir paleontolog arada büyük fark bulacaktır. Ama buna dayanarak "İskandinavlar Çinlilerden evrimleşmiştir" diye iddia edemez. Çünkü İskandinavın, Çinliden daha uzun bacaklara sahip olması evrim olduğunu göstermez. Fosiller milyonlarca yıl öncesine ait tek bir izole ‘an’dan izler taşımaktadırlar. İki fosil arasındaki iki-üç milyon yıllık uzun dönemde ne olup bittiği hakkında fikir vermeleri mümkün değildir. Fosiller çoğu zaman ufak tefek parçalardan meydana gelirler ve ait oldukları canlının tam olarak neye benzediği hakkında bile tam bir fikir vermeleri mümkün değildir. Bilim dergisi Discover’da yayınlanan bir makalede bununla ilgili olarak şöyle bir yorum yapılmaktadır:
"Fosiller tutarsızdır. Kemikler size duymak istediğiniz tüm şarkıları söyleyebilirler "
Horner da burada sadece fosillere bakmakta ve kendi hayallerinde varolan evrim şarkısını dinlemektedir. Discovery Channel gibi evrimci kuruluşlar da bu hayali iddiaların bilimsel dayanaklarını araştırmaksızın bunları kitlelere yaymaktadırlar. Kanalın evrime olan dogmatik bağlılığını modern bilimin bulguları karşısında tekrar gözden geçirmesi ve bir ondokuzuncu yüzyıl hurafesi olduğu gösterilen evrim teorisinin propagandasını yapmaktan vazgeçmesini tavsiye ediyoruz.
24 Mart 2003 tarihinde Discovery Channel’da "T. rex Vadisi" isimli bir belgesel yayınlandı. Belgeselde 85 ila 65 milyon yıl önceki dönemde yaşamış etçil bir dinozor türü olan Tyrannosaurus rex hakkında geliştirilen yeni bir tez konu ediliyordu. ABD’nin Montana eyaletinde bulunan Rockies Müzesi’nden Jack Horner isimli paleontolog, yaygın kanının aksine, T.rex’in yırtıcı değil leş yiyici bir canlı olduğunu ileri sürüyordu. Bu canlıların gözlerinin (avı görmek için) fazla küçük olduğu, kollarının (avı tutmak için) fazla kısa olduğu ve bacaklarının (avı kovalamak için) fazla iri olduğu anlatılıyordu. Horner, bu özelliklerine dayanarak T.rex’in av peşinde koşarak onu yakalama yeteneğine sahip olmadığını, dolayısıyla leş yiyici bir tür olarak düşünülmesi gerektiğini savunuyordu. T.rex lerin kökeni konusuna girilmemesine rağmen, bulunan iki T.rex fosili arasında kurulan bir ilişki bilimsel açıdan bir yanılgıya işaret ediyordu. Bu yazıda söz konusu bağlantının arkasındaki evrimci ön yargılar gözler önüne serilecektir.
Paleontolog Jack Horner, ‘G.rex’ ve ‘Wankel rex’ olarak bilinen iki T.rex fosili hakkında bilgiler vermekte, sonra bunlardan yola çıkarak T.rex lerin sözde evrimi hakkında iddialara yer vermektedir. Yaklaşık 68 milyon yıllık olan G.rex, bilinen en eski T.rex fosili olma özelliğindedir. Horner 1990 yılında bulunan ve G.rex’ten 90 metre daha yukarıdaki katmanda bulunan Wankel rex’in, Kretas dönemi ile üçüncü jeolojik dönem arası geçiş sınırına (K-T sınırı) yakın konumda bulunduğunu belirtmektedir. Böylece Wankel rex’in, G.rex’ten iki-üç milyon yıl daha yaşlı olduğu tahmin edilmektedir.
Horner, iki türe ait fosiller üzerinde yaptığı incelemelerde kaval ve uyluk kemiklerinin birbirine oranını karşılaştırmaktadır. G.rex’te uyluk ve kaval kemiklerinin yaklaşık eşit uzunlukta olduğu, buna karşın Wankle rex’te uyluk kemiğinin kaval kemiğinden daha uzun olduğu anlatılmaktadır. Burada Horner tamamen hayalgücüne dayanan bir bağlantı kurmakta ve T.rex lerin bacaklarında zaman içinde bir değişim görüldüğü, bunun sonucunda koşma kabiliyeti yerine evrimle uzun mesafe yürüme yeteneği geliştirdikleri iddia edilmektedir. Discovery Channel’da verilen bu iddianın hiçbir bilimsel değeri yoktur.
Öncelikle verilen bilginin doğruluğu kuşkuludur: Discovery Channel’ın "T.rex Vadisi" belgeseli ve Horner’ın iddialarını yorumlayan bir dinozor uzmanı, söz konusu kemik oranlarının Horner’ın iddia ettiği gibi olmadığını belirtmektedir. Cleveland Doğa Tarihi Müzesi’nin internet sayfasında yorumlarına yer verilen Nicholas Gardner isimli dinozor uzmanı, Wankel rex’in kaval kemiğinin kırılmış parçalardan meydana geldiğini belirtmektedir. Gardner, Horner’ın bu parçalara bakarak oluşturduğu oranların yanlış olduğunu ve bu yanlışlığın, Carnegie ve Washington Müzelerinde kurulu Wankel rex dinozor iskeletlerinden açıkça anlaşılabileceğini ifade etmektedir. Çünkü müzedeki örnekler Horner’ın ileri sürdüğü oranları göstermemektedir.
Öte yandan eğer Horner oranları doğru belirlemiş olsa da, iddiaları evrime bir destek sağlamayacaktır. Çünkü milyonlarca yıl öncesine ait bacak kemiklerinin sadece uzunluklarına bakarak arada bir ‘evrim’ bulunduğunu söylemek, sadece kişinin ön yargılarıyla varabileceği bir sonuçtur. Bir türe ait farklı fosil örneklerinin kemik uzunluklarında derin farklılıklar görülebilir. Örneğin fosil kayıtlarında bir Çinli ve bir İskandinav’a ait bacak kemiklerine rastlayan bir paleontolog arada büyük fark bulacaktır. Ama buna dayanarak "İskandinavlar Çinlilerden evrimleşmiştir" diye iddia edemez. Çünkü İskandinavın, Çinliden daha uzun bacaklara sahip olması evrim olduğunu göstermez. Fosiller milyonlarca yıl öncesine ait tek bir izole ‘an’dan izler taşımaktadırlar. İki fosil arasındaki iki-üç milyon yıllık uzun dönemde ne olup bittiği hakkında fikir vermeleri mümkün değildir. Fosiller çoğu zaman ufak tefek parçalardan meydana gelirler ve ait oldukları canlının tam olarak neye benzediği hakkında bile tam bir fikir vermeleri mümkün değildir. Bilim dergisi Discover’da yayınlanan bir makalede bununla ilgili olarak şöyle bir yorum yapılmaktadır:
"Fosiller tutarsızdır. Kemikler size duymak istediğiniz tüm şarkıları söyleyebilirler "
Horner da burada sadece fosillere bakmakta ve kendi hayallerinde varolan evrim şarkısını dinlemektedir. Discovery Channel gibi evrimci kuruluşlar da bu hayali iddiaların bilimsel dayanaklarını araştırmaksızın bunları kitlelere yaymaktadırlar. Kanalın evrime olan dogmatik bağlılığını modern bilimin bulguları karşısında tekrar gözden geçirmesi ve bir ondokuzuncu yüzyıl hurafesi olduğu gösterilen evrim teorisinin propagandasını yapmaktan vazgeçmesini tavsiye ediyoruz.
Discovery Channel / 25.03.03
Discovery Channel’dan 3 Darwinist Belgesel, 3 Dogmatik Hikaye
National Geographic TV, Discovery Channel, History Channel gibi belgesel ağırlıklı yayın yapan kanallar, Darwinizm yayınlısı tutumlarıyla bilinmektedirler. Bu TV kanalları, canlılık ve türler söz konusu olduğunda araya evrimci terimler ‘serpiştirmeleriyle’ tanınırlar. Anlatılan canlı hakkında, ‘milyonlarca yıl sonunda evrimle ortaya çıktı’, ‘hayatta kalma mücadelesinde evrimleşmesi kaçınılmazdı’ ya da ‘evrimin hediyesi olan kamuflajlar geliştirdi’ gibi yorumlar yapar; konuyu izleyiciye bir anlamda evrimle ‘etiketleyerek’ aktarırlar. Bu yorumlar bilimsel dayanaktan yoksundur ve evrim teorisini ayakta tutmak amacıyla kullanılan birer kitlesel telkin yönteminden başka bir şey değildir.
Mart sonu ve Nisan başı arasındaki döneme bakıldığında böyle bir anlatım yöntemine en yoğun şekilde başvuran TV kanalının, Discovery Channel olduğu görülmektedir. Discovery Channel’ın bu belgesellerde ortaya koyduğu evrim masalları, kanalın hayalperestlik seviyesinde belirgin bir yükselişi işaret etmektedir. Bu yazıda Discovery Channel’ın söz konusu dönemde yayınladığı şu üç belgeseldeki Darwinizm propagandası gösterilecektir:
• 25 Mart 2003 "Elektrikli Su Yılanları"
• 28 Mart 2003 "Köpekbalıklarının Evrimi"
• 1 Nisan 2003 "Bugünün Serengetisi"
Belgesellerde anlatılan konular birbirinden farklı olsa da evrim propagandasında başvurulan yöntem açısından neredeyse farksızdır: Hepsi masal anlatımına dayanmaktadır.
Elektrikli Su Yılanlarının Tasarımı ve Evrim Masallarının Yüzeyselliği
Elektrikli su yılanlarının anlatıldığı programda, Amazon nehrinde yaşayan yılan balıklarının bedenlerinde elektrik üretme yetenekleri ve balıkların yaşamları ele alınmaktadır. Elektrikli yılan balıkları, bedenlerinde ürettikleri elektriği avlanmada, düşmanlarından korunmada ve birbirleriyle haberleşmede kullanabilmektedirler. Boyları zaman zaman iki metreyi bulabilen elektrikli su yılanlarının ürettikleri elektriğin şiddeti, uzunluklarına paralel özellik göstermektedir. Buna göre bir elektrikli su yılanı bedeninin her bir metrelik bölümü için 300 volt şiddetinde elektrik üretebilmektedir. Balıkların şaşırtıcı bir özelliği, bedenlerinin bir mücadele sırasında kopan bir kısmının, kemikli kısımları da dahil olmak üzere, yenilenebilir olmasıdır. Balığın kuyruk kısmı kertenkelenin kuyruğu gibi tekrar uzayabilmektedir. Kemiklerin bile yenilendiği bu mükemmel sistemin nasıl çalıştığı bilim adamları için sır olmayı sürdürmektedir. Balığın ağız içi dokusu bir akciğer gibi görev görmekte ve yılan balığı ağzından aldığı sudaki oksijeni ayrıştırarak kan dolaşımına kazandırabilmektedir. Böylece elektrikli su yılanları solungaçla solunum yapan diğer balıklardan ayrılmaktadır. Elektriği üreten üç organ belirlenmiş olmasına rağmen bunların nasıl çalıştığı hakkında neredeyse hiçbir bilgi bulunmamaktadır.
Belgeselin sonunda ise Discovery Channel, henüz nasıl çalıştığını dahi bilmediği bir organın evrimle ortaya çıktığını iddia etmektedir. Bu masal şöyle anlatılmaktadır:
"Nasıl evrim geçirip elektrik üretir hale gelmiş, bilim bunu henüz keşfetmiş değil. Başlangıçta Amazonlarda çamurlu sularda yol bulmak zayıf bir elektrik çıkarmaya başlamış sonra yavaş yavaş düşmanlarından korunmaya ve avlanmaya yetecek kadar şiddetli elektrik akımı yaymaya başlamışlar".
Görüldüğü gibi TV kanalı bırakın elektrik üreten organın evrimsel aşamalarını tutarlı bir tezle açıklamayı, organın nasıl çalıştığını bile bilmemektedir. Ama nasıl evrimleştiğini bilircesine hikayeler anlatabilmektedir! Elektriğin varlığından bile habersiz bir balık, gerçekten çamurlu sularda önündekileri algılamasını sağlayacak organlar üretebilir mi? Sonra bu elektrik sisteminden memnun kalıp akım şiddetini 300 volta kadar artırmış olabilir mi? Normal bir balığın DNAsında meydana gelecek rastlantısal mutasyonlarla bu kadar kompleks ve özelleşmiş organlar oluşması mümkün müdür? Tüm bunların cevabı "hayır"dır. Çünkü bu sistem bilgiye dayalıdır ve hiçbir kör tesadüf, balığın genlerinde böyle karmaşık bir sistemi meydana getiremez. Discovery Channel bu açmazı bildiği için konuyu masal anlatarak geçiştirmektedir.
Köpek balıklarının Kökeni ve Discovery'nin Evrim Karşıtı Kanıtlardan
Evrim Masalı Çıkarma Çabası
"Köpek balıklarının Evrimi" belgeselinde de evrim masalları anlatılmaktadır. Köpek balıklarında da yılan balığındaki ‘nasıl olmuşsa olmuş evrimleşmiş’ anlatımı göze çarpmaktadır. Hiçbir bilimsel kanıt gösterilmeksizin günümüz köpek balıklarının hayali evrimine dair masallar anlatılmaktadır.
Discovery Channel, telkine, denizlerde sürekli bir evrim sürecinin varlığını çağrıştıran şöyle bir soru sorarak başlamaktadır: " Köpek balıklarının denizlere egemen olduğu,evrimin hiç bir sınır tanımadığı denizlerde hayat nasıldı?"
Denizlerde evrim olduğu iddiası tamamen gerçek dışıdır. Kambriyen döneminde canlı türlerinde yaşanan patlama, bu dönemde yaşamış omurgasız deniz canlılarının kompleks beden tasarımlarıyla aniden ortaya çıktıklarını yani yaratıldıklarını göstermektedir. Bu devirde ortaya çıkan 100'e yakın farklı hayvan filumuna (temel kategorisine)) ait canlılar kan dolaşımı gibi karmaşık fizyolojik sistemler ve bileşik göz gibi kompleks organlara sahiptirler. Bunlar evrim teorisine büyük bir darbedir çünkü bu dönemden önce, tek hücreliler dışında hiç bir filum yaşamamıştır. Yani fosil kayıtlarında Kambriyen dönemi canlılarının atası olarak gösterilebilecek hiçbir canlı bulunmamaktadır. İlk balıklar da yine Kambriyen devrinde, aniden, hiç bir ataları olmadan ortaya çıkmıştır. Kambriyenden sonraki dönemlerde yaşamış deniz canlılarının da aniden ortaya çıktıkları görülmektedir. Latimera chalumnae türü balığın fosil kayıtlarında 410 milyon yıl önce ortaya çıktığı görülmektedir ve günümüzdekiyle fosil hali arasında hiçbir fark yoktur. Böylece denizlerde "evrimin sınır tanımadığı" ifadesinin bir aldatmacadan ibaret olduğu ortaya çıkmaktadır: Discovery Channel gerçek dışı masallar anlatmaktadır.
TV kanalı köpek balıklarının hayali evrimi konusunda ise şu masalı aktarmaktadır:
"Tatlı suda yaşayan sürüngene benzeyen bir köpekbalığı evrim dramasında başrol oynuyordu. Ortachantus adı verilen bu yaratık Permiyen bataklıklarında terör estiriyordu....Toplu yok olma denizlerdeki evrimin yolunu değiştirirken köpek balıkları tatlı suda yaşamaya başladı. Orthacantus yaklaşık ikiyüz milyon yıl boyunca nehir ağızlarında yaşadı. İnce uzun vücuduyla yılan balığına benziyordu. Çift sıra dişleri ve kuvvetli bir çenesi vardı".
Görüldüğü gibi Orthacantus’un köpek balığı atası olduğu iddiası sadece masalsı bir anlatımda ortaya konmaktadır. Ne Orthacanthus’un evrimle nasıl ortaya çıkmış olabileceği ne de günümüz köpek balıklarının Orthacantus’tan nasıl evrimleşmiş olabileceğine dair hiçbir bilimsel kanıt ortaya konmamaktadır. Hatta Discovery Channel geçiş formu olabilecek bir fosil dahi gösteremektedir. İzleyicilere hiçbir somut kanıt sunulmadan bu masala inanmalarını beklemektedir.
Orthacantus’tan çok daha önceki dönemlerde yaşamış ve bilim adamlarınca ‘köpek balığı’ olarak sınıflandırılmış canlıların fosilleri, Discovery Channel’ın evrim iddiasını geçersiz kılmaktadır. Antartika’da bulunan köpek balığı dişlerinin 382 milyon yıllık oldukları belirlenmiştir. Kanada’daki New Brunswick Müzesi’nde sergilenen köpek balığı fosili ise tam 430 milyon yıllıktır. İskeleti üçte bir oranında korunmuş olan fosil, bilinen en eski köpek balığı fosili olma özelliğindedir . Köpek balıklarının atası olarak gösterilen bir canlıdan yüzmilyonlarca yıl öncesine ait köpek balığı fosilleri bulunması aşamalı evrimi geçersiz kılarak yaratılışı doğrulamaktadır.
İlginç bir şekilde, Discovery Channel anlattığı masalların geçersizliğini kendisi ortaya koymaktadır. Belgeselde yorumlarına başvurulan bir uzmanın köpek balığı çeşitliliği hakkında söyledikleri, TV kanalının iddialarının sadece spekülasyona dayandığını açığa çıkarmaktadır:
"Gördüğüm çeşitlilik hakkında bazen çok şaşırıyorum. Özelikle Paleozoik dönemde yaşayan köpek balıklarının bırakın yaşayan, fosil akrabalarının bile olduğunu görmüyoruz."
Fosil kayıtlarında çok çeşitli özelliklerde köpek balıkları bulunması, ancak bunlar arasında evrimsel akraba olabilecek herhangi bir köpek balığının fosilinin bulunmaması, canlıların aniden ortaya çıktıklarını savunan yaratılışı desteklemektedir. Discovery Channel'ın evrim karşıtı bir delili bile evrimci bir üslupla izleyicilerine sunması ise, şaşırtıcı bir bağnazlığın göstergesidir.
Programın dikkat çekici bir yönü de ismiyle içeriği arasında ortaya çıkan çelişkidir. Belgeselde köpek balıklarının hayali evrimine dair ortaya konanlar, Orthacantus balığının anatomisi hakkında verilen kısa bilgiler ve bir iki rekonstrüksiyon resimle sınırlıdır. Bu konuda anlatılanlar 2, belki de 3 dakikayı geçmemektedir. 1 saatlik programın ismini "Köpek balıklarının Evrimi" olarak belirleyen TV kanalı bu konuya iki dakika ayırmakta bunda da sadece masal anlatmaktadır. Discovery Channel’ın yaptığı aldatmaca ortadadır: Fosil kayıtlarında bulunan bir balığı hiç bir kanıtı olmaksızın ‘köpek balığının atası’ olarak göstermek ve bunu bir masalla izleyicilere aktarmak.
Bugünün Serengetisi ve Kompleks Tasarımları Evrimle Açıklama Yanılgısı
Nisan başında evrim masallarının bolca anlatıldığı bir diğer Discovery Channel belgeseli de "Bugünün Serengetisi" olmuştur. İngilizce adı "Wild, Weird Curiosities" olan belgeselde tesadüflerle gerçekleşmiş olması imkansız olan kamuflaj ve savunma sistemleri "evrim oyununda uyum stratejilerin eseri" gibi gösterilmektedir. Ele alınan biyolojik yapıların kompleksliği düşünüldüğünde bunları kör tesadüflerle açıklamaya çalışan Discovery Channel’ın ifadelerinin tamamen akıl dışı olduğu ortaya çıkmaktadır.
Akrep böceği, burnunun ucundaki bir silah sayesinde düşmanlarına zehir fırlatabilmektedir. Bu silah aynı zamanda bir hortum görevi görmekte, böcek bu organı kullanarak başka böceklerin bedenlerindeki sıvıları içebilmektedir. Bir yılanla karşılaştığında ise bunu yılana doğrultarak 30 santime kadar zehirini püskürtmekte ve kendisinden defalarca büyük yılanı kaçırmaktadır. Kör tesadüfler böcek için tam da gerekli olan bölgede, kafasının önünde; gerekli şekilde, ince ve uzun bir organ nasıl meydana getirirler? Yılanı etkileyecek zehirin kimyasal solüsyonu yüzbinlerce ihtimal içinden nasıl olup da doğru karışımla üretilebilmektedir? Kör tesadüfler bu zehrin kimyasal formülünü belirleyip bunu üretecek, üstelik böceğin kendisini öldürmeyecek bir organ nasıl meydana getirebilir? Bunların kör tesadüflere dayalı mutasyonlarla meydana gelemeyeceği açıktır.
Bunlar canlıların kendi çabalarının da ürünü olamaz. Çevrelerine uyum sağlamak için stratejiler planlayıp bu stratejiler doğrultusunda bunları kendi bedenlerinde geliştiremezler. Böyle kompleks sistemlerin uyum stratejisinin sonucu olduğu iddiası bir uyutma taktiğinden başka birşey değildir. Evrim teorisi yeni organları açıklamada rastlantısal mutasyonlara dayanır. Bu mutasyonlar canlının hücrelerindeki DNA'da meydana gelir. DNA moleküllerinin dışarıdaki çevre şartlarından haberdar olup kendilerini buna göre değiştirecek mutasyona uğramayacakları açıktır. Discovery sunucusu Kurt Muendl seyirciyi etkilemek için aksi yönde hikayeler anlatmaktadır, ama bilimsel gerçekleri bilen hiç kimse bu yüzeysel propagandaya itibar etmeyecektir. Evrim masallarıyla açıklanmaya çalışılan bir başka örnek, orkide çiçeğiyle mükemmel bir kamuflaj sağlayan mantis böceği ile ilgilidir. Mantis böceği orkidenin beyaz rengini taşımaktadır. Dahası, çiçeğin merkezinde özel bir şekilde pozisyon alarak çiçeğin organlarını mükemmel bir şekilde taklit edebilmektedir. Böylece çiçeğe konan böcekleri kolaylıkla yakalayıp beslenebilmektedir.
Discovery Channel orkide için ‘tabiatın başyapıtlarındandır’ tanımlamasını yapmakta, mantisin kamuflajı için de şöyle bir yorum yapmaktadır: "Türlerin evrimi sözkonusu olunca böyle kamuflajların ortaya çıkması normaldir".
Oysa orkidedeki estetiğin kör tesadüfler sonucu ortaya çıktığının savunulması tamamen mantık dışıdır. Estetik yapılar bir sanatçının varlığını haber verirler ve tesadüfi olaylarla açıklanmaları mümkün değildir. Örneğin ABD başkanlarının yüzlerinin kazındığı Rushmore tepesine baktığımızda bunun bilinçli bir şekilde heykeltraşlar tarafından yapıldığını hemen anlarız. Orkide’nin yaprak tasarımı ve gözalıcı renkleri sözkonusu olduğunda da durum aynıdır: Ancak bilinçli tasarımla açıklanabilirler. Orkidenin kör tesadüflerle ortaya çıktığını kabul etmek, Mona Lisa tablosunun rasgele dökülen boyalarla ortaya çıktığını kabul etmeye benzer. Mantis böceğinin de tamamen aynı tonda renge sahip olması, üstelik orkidenin organlarını taklit edecek beden tasarımına sahip olması, kör tesadüflerin benzer görünümü iki defa ortaya çıkardığını kabul etmeyi gerektirir ki bu, mantığa tamamen aykırıdır.
Sonuç
Discovery Channel’ın bu üç belgeselinde "evrim" kelimesi oldukça sık telaffuz edilmesine rağmen bu sözde "evrimlerin" hangi aşamalarla gerçekleşmiş olabileceği hakkında en küçük bir açıklama getirilmediği, sadece Discovery yorumcularının gördükleri herşeyi evrim masallarıyla anlatmaya çalıştıkları görülmektedir. Aslında Discovery Channel’ın yayın politikası genel olarak değerlendirildiğinde hiçbir programda bilimsel kanıt göstermediği, daha doğrusu böyle bir endişe taşımadığı görülmektedir. Çünkü TV kanalının Darwinizm’e bilimsel değil ideolojik bağlılığı vardır ve bilimi ideolojisini yaymada sadece bir araç olarak kullanmaktadır. Ancak Discovery Channel bilmelidir ki, bu körü körüre propaganda bir işe yaramayacak, Darwinizm'i çöküşten kurtaramayacaktır.
Discovery Channel / 28.04.04
Discovery Channel ''Eğer Ay Olmasaydı'' Belgeselindeki Önemli Yanılgılar
Belgeselde 3.8 milyar yıl kadar önce Ay'a bir gök cisminin çarptığı ve bunun da dünyada yaşamın sözde rastlantısal başlangıcına yol açtığı öne sürüldü. İddiaya göre söz konusu çarpışma ilkel atmosferi yaşamın evrimi için uygun hale getirmişti. Elbette ki bu iddia hiçbir bilimsel dayanağı olmayan bir spekülasyondan ibarettir.
Yaşam bu belgeselde yansıtıldığı gibi sadece bir "uygun atmosfer" koşuluna bağımlı değildir. Yaşamın dayandığı kompleks organizasyonu kendiliğinden meydana getirebilecek hiçbir doğal sebep bulunmamaktadır. Bu kompleks tasarımın rastlantısal olarak ortaya çıkması da matematiksel olarak imkansızdır. Dahası, yaşam maddeye indirgenemeyen nitelikte bilgiye ve koda sahiptir.
Belgeselde 3.8 milyar yıl kadar önce Ay'a bir gök cisminin çarptığı ve bunun da dünyada yaşamın sözde rastlantısal başlangıcına yol açtığı öne sürüldü. İddiaya göre söz konusu çarpışma ilkel atmosferi yaşamın evrimi için uygun hale getirmişti. Elbette ki bu iddia hiçbir bilimsel dayanağı olmayan bir spekülasyondan ibarettir.
Yaşam bu belgeselde yansıtıldığı gibi sadece bir "uygun atmosfer" koşuluna bağımlı değildir. Yaşamın dayandığı kompleks organizasyonu kendiliğinden meydana getirebilecek hiçbir doğal sebep bulunmamaktadır. Bu kompleks tasarımın rastlantısal olarak ortaya çıkması da matematiksel olarak imkansızdır. Dahası, yaşam maddeye indirgenemeyen nitelikte bilgiye ve koda sahiptir.
Discovery Channel / 11.04.03
Discovery Channel'ın Gizlediği Meyve Sineği Gerçekleri
11 Nisan 2003 günü Discovery Channel'da "Süper Sinek" isimli bir belgesel yayınlandı. Programda Drosophilia melanogaster türü meyve sineklerinin genetik biliminin gelişiminde oynadığı rol konu ediliyordu. 1900'lü yılların başında Thomas H. Morgan isimli bilim adamının çalışmalarından başlayarak, günümüze değin çeşitli genetik araştırmalarda kullanılan meyve sineğinin aracı olduğu önemli bilimsel ilerlemeler anlatıldı. Ancak Discovery Channel, anlattığı her canlıyı evrim propagandasına malzeme yapma alışkanlığını bu programda bir kez daha ortaya koydu. Üstelik yine masal anlatarak ve gerçeklerin üstünü örterek...
Belgeselde ağırlıklı olarak Thomas H. Morgan'ın çalışmaları üzerinde duruldu. Discovery Channel bu çalışmaların amacını şöyle aktarıyordu:
"Darwin teorisini elli yıl önce geliştirmişti. Morgan laboratuvarında bunu test etmek istiyordu: Evrim nasıl gerçekleşmişti onu çözecekti"
Discovery Channel bu ifadelerle evrim bilimsel bir gerçekmiş ve laboratuvar ortamında gözlemlenebilirmiş gibi bir izlenim oluşturmaya çalışıyordu. Aynı zamanda meyve sinekleri üzerinde yapılan çalışmaların sözde evrimi kanıtladığı gibi bir mesaj da veriyordu.
Oysa meyve sinekleri üzerinde yapılan çalışmalar; evrim teorisini doğrulayan değil geçersiz kılan sonuçlar ortaya koymuştur:
1. Öncelikle teorinin dayandığı mutasyonların canlı türlerini geliştirerek onları evrimleştiren özellikte olmadığı anlaşılmıştır. Rasgele mutasyonlar etkili oldukları zaman canlıları geliştirmek yerine onları sakat bırakmakta veya canlının ölümüne yol açmaktadır. (Evrimciler bazı mutasyonların faydalı olduğunu ileri sürmektedirler. Oysa bu konuda verdikleri örnekler son derece yanıltıcıdır. Mutasyonların gerçek etkisi için bkz (http://www.darwinizminsonu.com/mekanizmalar06.html)
2. Bir başka önemli engel, mutasyonların sonraki nesle aktarılmaları için sadece cinsiyet hücrelerinde gerçekleşme mecburiyeti olmasıdır. Bu kadar engele ve başarısız deney tecrübesine rağmen yararlı bir mutasyon olacağı farzedilse bile cinsiyet hücresi dışında meydana gelmesi durumunda mutasyonun etkileri sonraki nesillere aktarılamayacak dolayısıyla 'etkisiz' hale gelecektir.
3. Dahası hücre kopyalanması sırasında hatalı kopyalamalar kontrol edilmekte ve tamir edilmektedir. Bu da mutasyonların büyük bir bölümünü ortadan kaldırır.
4. Evrim teorisi basitten komplekse doğru bir evrim süreci olduğunu iddia etmektedir. Ancak hiçbir mutasyonun organizmaya bilgi eklemediği, mutasyonların daima yıkıcı oldukları görülmüştür.
Bu deneylerin başarısız sonuçları birçok evrimci tarafından çeşitli defalar itiraf edilmiştir. Bu itiraflardan bazıları şunlardır:
Prof. R. Goldschmidt (Zoolog, California Üniversitesi):
"Şimdiye kadar hiç kimsenin makro mutasyonlar yolu ile yeni bir tür ya da cins üretemediği bir gerçektir. Seçilmiş mikro mutasyonlar yoluyla dahi tek bir tür bile oluşturulamadığı da doğrudur. En iyi bilinen Drosophila (meyve sineği) gibi organizmalarda bile sayısız mutasyon bilinmektedir. Eğer herhangi bir organizma üzerinde bu binlerce mutasyonun bir kombinasyonunu yapabilseydik, yine de doğada bulunan herhangi bir türle benzerlik gösteren bir tür üretemezdik"
Michael Pitman:
"Sayısız genetikçi meyve sineklerini nesiller boyunca sayısız mutasyonlara maruz bıraktılar. Peki sonuçta insan yapımı bir evrim mi ortaya çıktı? Maalesef hayır. Genetikçilerin yarattıkları canavarlardan sadece pek azı beslendikleri şişelerin dışında yaşamlarını sürdürebildiler. Pratikte mutasyona uğratılmış olan tüm sinekler ya öldüler, ya sakat kaldılar ya da kısır oldular"
Gordon Taylor (Evrimci genetikçi) :
"Bu, çok çarpıcı ama bu kadar da gözden kaçırılan bir gerçektir: Altmış yıldır dünyanın dört bir yanındaki genetikçiler evrimi kanıtlamak için meyve sinekleri yetiştiriyorlar. Ama hala bir türün, hatta tek bir enzimin bile ortaya çıkışını gözlemlemiş değiller"
Öte yandan, sineğin genetik özellikleri bir yana tasarımındaki mükemmellik tek başına canlılığın tesadüf eseri olamayacağını göstermektedir. Saniyede 200 defa kanat çırpan, cama ve tavana konabilen, en gelişmiş uçaklardan bile üstün manevra yeteneğine sahip bir tasarımın tesadüflerle meydana gelmiş olabileceğini savunmak, bir atelyeye yerleştirilecek şempanzelerin buradaki malzemelerle gelişmiş bir savaş uçağı üretebileceğini savunmaktan daha akıl dışıdır. Discovery Channel kör tesadüflerin kompleks tasarımlar meydana getirmesinin imkansız olduğunu, bunların ancak bilinçli tasarım yani yaratılışla açıklanabilir olduğunu kabul etmelidir.
11 Nisan 2003 günü Discovery Channel'da "Süper Sinek" isimli bir belgesel yayınlandı. Programda Drosophilia melanogaster türü meyve sineklerinin genetik biliminin gelişiminde oynadığı rol konu ediliyordu. 1900'lü yılların başında Thomas H. Morgan isimli bilim adamının çalışmalarından başlayarak, günümüze değin çeşitli genetik araştırmalarda kullanılan meyve sineğinin aracı olduğu önemli bilimsel ilerlemeler anlatıldı. Ancak Discovery Channel, anlattığı her canlıyı evrim propagandasına malzeme yapma alışkanlığını bu programda bir kez daha ortaya koydu. Üstelik yine masal anlatarak ve gerçeklerin üstünü örterek...
Belgeselde ağırlıklı olarak Thomas H. Morgan'ın çalışmaları üzerinde duruldu. Discovery Channel bu çalışmaların amacını şöyle aktarıyordu:
"Darwin teorisini elli yıl önce geliştirmişti. Morgan laboratuvarında bunu test etmek istiyordu: Evrim nasıl gerçekleşmişti onu çözecekti"
Discovery Channel bu ifadelerle evrim bilimsel bir gerçekmiş ve laboratuvar ortamında gözlemlenebilirmiş gibi bir izlenim oluşturmaya çalışıyordu. Aynı zamanda meyve sinekleri üzerinde yapılan çalışmaların sözde evrimi kanıtladığı gibi bir mesaj da veriyordu.
Oysa meyve sinekleri üzerinde yapılan çalışmalar; evrim teorisini doğrulayan değil geçersiz kılan sonuçlar ortaya koymuştur:
1. Öncelikle teorinin dayandığı mutasyonların canlı türlerini geliştirerek onları evrimleştiren özellikte olmadığı anlaşılmıştır. Rasgele mutasyonlar etkili oldukları zaman canlıları geliştirmek yerine onları sakat bırakmakta veya canlının ölümüne yol açmaktadır. (Evrimciler bazı mutasyonların faydalı olduğunu ileri sürmektedirler. Oysa bu konuda verdikleri örnekler son derece yanıltıcıdır. Mutasyonların gerçek etkisi için bkz (http://www.darwinizminsonu.com/mekanizmalar06.html)
2. Bir başka önemli engel, mutasyonların sonraki nesle aktarılmaları için sadece cinsiyet hücrelerinde gerçekleşme mecburiyeti olmasıdır. Bu kadar engele ve başarısız deney tecrübesine rağmen yararlı bir mutasyon olacağı farzedilse bile cinsiyet hücresi dışında meydana gelmesi durumunda mutasyonun etkileri sonraki nesillere aktarılamayacak dolayısıyla 'etkisiz' hale gelecektir.
3. Dahası hücre kopyalanması sırasında hatalı kopyalamalar kontrol edilmekte ve tamir edilmektedir. Bu da mutasyonların büyük bir bölümünü ortadan kaldırır.
4. Evrim teorisi basitten komplekse doğru bir evrim süreci olduğunu iddia etmektedir. Ancak hiçbir mutasyonun organizmaya bilgi eklemediği, mutasyonların daima yıkıcı oldukları görülmüştür.
Bu deneylerin başarısız sonuçları birçok evrimci tarafından çeşitli defalar itiraf edilmiştir. Bu itiraflardan bazıları şunlardır:
Prof. R. Goldschmidt (Zoolog, California Üniversitesi):
"Şimdiye kadar hiç kimsenin makro mutasyonlar yolu ile yeni bir tür ya da cins üretemediği bir gerçektir. Seçilmiş mikro mutasyonlar yoluyla dahi tek bir tür bile oluşturulamadığı da doğrudur. En iyi bilinen Drosophila (meyve sineği) gibi organizmalarda bile sayısız mutasyon bilinmektedir. Eğer herhangi bir organizma üzerinde bu binlerce mutasyonun bir kombinasyonunu yapabilseydik, yine de doğada bulunan herhangi bir türle benzerlik gösteren bir tür üretemezdik"
Michael Pitman:
"Sayısız genetikçi meyve sineklerini nesiller boyunca sayısız mutasyonlara maruz bıraktılar. Peki sonuçta insan yapımı bir evrim mi ortaya çıktı? Maalesef hayır. Genetikçilerin yarattıkları canavarlardan sadece pek azı beslendikleri şişelerin dışında yaşamlarını sürdürebildiler. Pratikte mutasyona uğratılmış olan tüm sinekler ya öldüler, ya sakat kaldılar ya da kısır oldular"
Gordon Taylor (Evrimci genetikçi) :
"Bu, çok çarpıcı ama bu kadar da gözden kaçırılan bir gerçektir: Altmış yıldır dünyanın dört bir yanındaki genetikçiler evrimi kanıtlamak için meyve sinekleri yetiştiriyorlar. Ama hala bir türün, hatta tek bir enzimin bile ortaya çıkışını gözlemlemiş değiller"
Öte yandan, sineğin genetik özellikleri bir yana tasarımındaki mükemmellik tek başına canlılığın tesadüf eseri olamayacağını göstermektedir. Saniyede 200 defa kanat çırpan, cama ve tavana konabilen, en gelişmiş uçaklardan bile üstün manevra yeteneğine sahip bir tasarımın tesadüflerle meydana gelmiş olabileceğini savunmak, bir atelyeye yerleştirilecek şempanzelerin buradaki malzemelerle gelişmiş bir savaş uçağı üretebileceğini savunmaktan daha akıl dışıdır. Discovery Channel kör tesadüflerin kompleks tasarımlar meydana getirmesinin imkansız olduğunu, bunların ancak bilinçli tasarım yani yaratılışla açıklanabilir olduğunu kabul etmelidir.
Discovery Channel / 01.02.03
Discovery Channel'da ''Mitokondriyel Havva'' Yanılgısı
Discovery Channel, geçtiğimiz günlerde "Real Eve" (Gerçek Havva) isimli bir belgesel yayınladı. Belgeselde, Afrika’da sözde evrimle ortaya çıkan günümüz insanının dünyaya yayılışı hakkında hayali senaryolar ortaya konuyordu.
Ancak bilimsel bulgular insanın evriminin sadece bir hayal olduğunu göstermekte ve Discovery Channel’da ortaya konan iddiaların asılsız olduğunu ortaya koymaktadır. Bu yazıda sözkonusu TV kanalının, içine düştüğü bilimsel yanılgılar gözler önüne serilecektir.
Program, günümüzde yaşayan tüm insan ırklarının 130.000 yıl önce Afrika’da yaşamış bir kadından türediği, bu kadının da sözde evrimle ortaya çıkmış Homo sapiens’in ilk temsilcisi olduğu iddiasıyla başlamaktadır. Sözkonusu kadınla ilgili tahminler mitokondriyal DNA analizlerine dayandırıldığı için bu hayali kadına "mitokondriyal Havva" ismi verilmektedir.
Büyük beyne sahip bu insanların, belki de kendilerine yeni kaynaklar bulmak amacıyla 80.000 yıl önce kıtayı terk ederek dünyaya yayılmaya başladığı ileri sürülmektedir. İlkel kıyafetler giydirilmiş bir grup insanla, muhtemel göç yolları ve göçler sırasında yaşanmış olabilecek olaylar temsil edilmektedir. İklim değişiklikleri, Neandertaller ve modern insan ilişkileri gibi konuların yanısıra bazı fosil bulgularından söz edilmektedir. Tüm bunlarla verilen Darwinist mesaj ise, günümüzde yaşayan herkesin evrimleşmiş bir canlı olduğu ve bu sözde evrimin izlerinin genlerde görülebildiği iddiasıdır.
Ancak iddialara kanıt olduğu söylenen genetik veriler, objektif bilimsel bulgular değil, evrimci önyargılarla yorumlanmış yani çarpıtılmış verilerdir. Üstelik genler üzerinde yapılan bu tür yorumların gerçekçi bir zemini de yoktur.
Bunun en belirgin örneği, programdaki evrimci iddiaların çıkış noktası olan "mitokondriyal DNA" (mtDNA) kavramıdır. Programda söz edilen iddialarda hep mitokondriyal DNA analizleri ön plana çıkmaktadır. Homo sapiens’in 130.000 yıl önce Afrika’da ortaya çıktığı, Amerikalılar'ın kıtaya ilk olarak 20.000 yıl önce geldiği iddialarında ve Afrika’dan yayılan insanların göç yolları üzerindeki tahminlerde hep mtDNA’dan yola çıkılmaktadır.
Oysa mitokondriyal DNA'ya dayalı yaş analizleri, çok yakın zamanda bilimsel olarak çürümüştür!
Yakın zamana dek mtDNA’nın sadece annelerden aktarıldığı, böylelikle nesilden nesile bir kadının mtDNAsı'nın izlenebileceği düşünülüyordu. Evrim biyologları mtDNA analizlerine sıklıkla başvuruyor ve mtDNA’ya bakarak canlıların ortaya çıkışı hakkında bazı tahminler ortaya koyuyordu. Ancak evrimi bir dogma olarak benimsediklerinden mtDNA verilerini taraflı bir şekilde yorumluyorlardı. İnceledikleri mtDNA örnekleri arasındaki farklılıkların mutasyonlarla meydana gelmiş olması gerektiğini şart koşuyorlardı.
Oysa geçtiğimiz yıl ortaya çıkarılan bir gerçek, bu analizlerin güvenilirliğini temelden yıktı. Çünkü mitokondrinin babadan da aktarılabildiği ortaya çıktı. Ünlü New Scientistdergisinde "Mitokondri hem Anneden hem de Babadan Aktarılabiliyor" başlığıyla verilen haberde Danimarkalı bir hastanın, mitokondrilerini %90 oranında babasından aldığının anlaşıldığı anlatılıyordu. Bu durumda evrim senaryolarına destek olarak gösterilen tüm mtDNA araştırmalarının gerçekte bir anlam ifade etmediği ortaya çıkıyordu. New Scientist, bu durumu şöyle itiraf ediyordu:
Discovery Channel, geçtiğimiz günlerde "Real Eve" (Gerçek Havva) isimli bir belgesel yayınladı. Belgeselde, Afrika’da sözde evrimle ortaya çıkan günümüz insanının dünyaya yayılışı hakkında hayali senaryolar ortaya konuyordu.
Ancak bilimsel bulgular insanın evriminin sadece bir hayal olduğunu göstermekte ve Discovery Channel’da ortaya konan iddiaların asılsız olduğunu ortaya koymaktadır. Bu yazıda sözkonusu TV kanalının, içine düştüğü bilimsel yanılgılar gözler önüne serilecektir.
Program, günümüzde yaşayan tüm insan ırklarının 130.000 yıl önce Afrika’da yaşamış bir kadından türediği, bu kadının da sözde evrimle ortaya çıkmış Homo sapiens’in ilk temsilcisi olduğu iddiasıyla başlamaktadır. Sözkonusu kadınla ilgili tahminler mitokondriyal DNA analizlerine dayandırıldığı için bu hayali kadına "mitokondriyal Havva" ismi verilmektedir.
Büyük beyne sahip bu insanların, belki de kendilerine yeni kaynaklar bulmak amacıyla 80.000 yıl önce kıtayı terk ederek dünyaya yayılmaya başladığı ileri sürülmektedir. İlkel kıyafetler giydirilmiş bir grup insanla, muhtemel göç yolları ve göçler sırasında yaşanmış olabilecek olaylar temsil edilmektedir. İklim değişiklikleri, Neandertaller ve modern insan ilişkileri gibi konuların yanısıra bazı fosil bulgularından söz edilmektedir. Tüm bunlarla verilen Darwinist mesaj ise, günümüzde yaşayan herkesin evrimleşmiş bir canlı olduğu ve bu sözde evrimin izlerinin genlerde görülebildiği iddiasıdır.
Ancak iddialara kanıt olduğu söylenen genetik veriler, objektif bilimsel bulgular değil, evrimci önyargılarla yorumlanmış yani çarpıtılmış verilerdir. Üstelik genler üzerinde yapılan bu tür yorumların gerçekçi bir zemini de yoktur.
Bunun en belirgin örneği, programdaki evrimci iddiaların çıkış noktası olan "mitokondriyal DNA" (mtDNA) kavramıdır. Programda söz edilen iddialarda hep mitokondriyal DNA analizleri ön plana çıkmaktadır. Homo sapiens’in 130.000 yıl önce Afrika’da ortaya çıktığı, Amerikalılar'ın kıtaya ilk olarak 20.000 yıl önce geldiği iddialarında ve Afrika’dan yayılan insanların göç yolları üzerindeki tahminlerde hep mtDNA’dan yola çıkılmaktadır.
Oysa mitokondriyal DNA'ya dayalı yaş analizleri, çok yakın zamanda bilimsel olarak çürümüştür!
Yakın zamana dek mtDNA’nın sadece annelerden aktarıldığı, böylelikle nesilden nesile bir kadının mtDNAsı'nın izlenebileceği düşünülüyordu. Evrim biyologları mtDNA analizlerine sıklıkla başvuruyor ve mtDNA’ya bakarak canlıların ortaya çıkışı hakkında bazı tahminler ortaya koyuyordu. Ancak evrimi bir dogma olarak benimsediklerinden mtDNA verilerini taraflı bir şekilde yorumluyorlardı. İnceledikleri mtDNA örnekleri arasındaki farklılıkların mutasyonlarla meydana gelmiş olması gerektiğini şart koşuyorlardı.
Oysa geçtiğimiz yıl ortaya çıkarılan bir gerçek, bu analizlerin güvenilirliğini temelden yıktı. Çünkü mitokondrinin babadan da aktarılabildiği ortaya çıktı. Ünlü New Scientistdergisinde "Mitokondri hem Anneden hem de Babadan Aktarılabiliyor" başlığıyla verilen haberde Danimarkalı bir hastanın, mitokondrilerini %90 oranında babasından aldığının anlaşıldığı anlatılıyordu. Bu durumda evrim senaryolarına destek olarak gösterilen tüm mtDNA araştırmalarının gerçekte bir anlam ifade etmediği ortaya çıkıyordu. New Scientist, bu durumu şöyle itiraf ediyordu:
"Evrim biyologları, türlerin birbirinden ayrılmasını mitokondriyal DNA dizilerindeki farklılıklardan yola çıkarak tarihlendiriyorlardı. Mitokondriyal DNA'nın çok nadiren de olsa babadan aktarılması, çalışmalarının çoğunu geçersiz kılmaya yeterli olacaktır." ( 23 Ağustos 2002: http://www.newscientist.com/news/news.jsp?id=ns99992716 )
Dolayısıyla Discovery Channel’da yer alan "Mitokondriyal Havva" tezi de, yukarıda aktarılan bulguyla geçersiz kılınan bir tezdir. Discovery Channel gibi evrimci kaynaklar, yeryüzünde yayılmış farklı insanların genetik özelliklerini kendi önyargıları doğrultusunda yorumlamakta ve teorilerine pay çıkarmaktadırlar. Genetik analizlere dayandırılan evrim iddiaları bu yüzden geçersizdir.
Evrimcilerin Afrika’dan çıkış teorilerine dayanak gösterdikleri bir başka araştırma yöntemi de Y-kromozomu analizidir. Bu analiz yöntemi sadece babadan aktarılan Y-kromozumunun incelenmesine dayanmaktadır. Oysa Y-kromozomu ve mtDNA analizlerinin sonuçları karşılaştırıldığında evrim iddialarının tutarsızlığı daha da belirginleşmektedir. Ayrıca genetik analizlere dayalı tarihlendirmelere birçok paleontolog şiddetle karşı çıkmaktadır. Paleontolojik kanıtlar, mtDNA ve Y-kromozumu analizleri tam bir çatışma içindedir.
Y-kromozomu analizi kullanarak farklı insan ırklarındaki genleri incelemiş olan Spencer Wells isimli araştırmacı, tüm insanların Afrika’dan 60.000 yıl önce çıkan bir atadan geldiğini ileri sürmektedir. Fosilleri temel alan paleontologlar, bu çıkışın 40.000 yıl daha erken gerçekleştiğini iddia etmektedir. Genetik analizlerle ortaya çıkan tarihlerle fosil kayıtları arasında büyük bir fark olduğu açıktır. George Washington Üniversitesi paleoantropoloğu Alison Brooks, "Bu tarihler fosil kayıtlarında ortaya çıkan göçlerin coğrafyası veya sırasıyla uygun düşmemektedir" demektedir. (National Geographic News, "Journey" Redraws Humans' Family Tree", 13 Aralık 2002:
http://news.nationalgeographic.com/news/2002/12/1212_021213_journeyofman.html)
Y-kromozomu analiziyle mitokondriyal DNA analizi arasındaki fark daha da büyüktür. Mitokondriyal DNA gözönüne alınarak yapılan araştırmalar bu çıkışı tam 90.000 yıl geriye, 150.000 yıl öncesine atmaktadır.
Görüldüğü gibi Discovery Channel’da konu edilen Afrika’dan çıkış teorileri üzerinde evrimciler arasında bile bir anlaşma yoktur. Hatta birçok evrimci antropolog ve paleontolog Afrika’dan çıkış teorisinin tamamen karşısındadır. Alan Thorne ve Milford Wolpoff gibi araştırmacıların başını çektiği bir grup bilim adamı, çok-bölgeli teoriyi savunmakta ve "mitokondriyal Havva" tezinin kesinlikle bir hayalden ibaret olduğunu belirten bulgular ortaya koymaktadırlar. Alan Thorne tarafından Avustralya’da bulunan 68.000 yıllık Mungo Adamı Afrika’dan çıkış teorilerine ve elbette "Mitokondriyal Havva" tezine ciddi bir darbe oluşturmaktadır. (http://cogweb.ucla.edu/EP/Mungo_Man.html)
Ortada bu kadar çok ve birbiriyle tamamen çatışan tez bulunmasının nedeni ise, ileri sürülen evrim senaryolarının tamamen hayali ve gerçek dışı olmasıdır. Gerçekten yaşanmış bir evrim süreci olmadığı için, herkes kendine göre ayrı bir senaryo kurgulamaktadır.
Mutasyon ve Moleküler Saat Yanılgısı
Discovery Channel’daki programda Amerikalıların kıtaya ilk olarak ne zaman gelmiş olabilecekleri hakkında da bazı spekülasyonlar ortaya konmaktadır. İlk kez 15.000 yıl önce gerçekleştiği zannedilen bu göçün, bazı DNA analizlerinden sonra 5.000 yıl geriye çekilerek 20.000 yıl öncesine alındığı anlatılmaktadır. Konuyla ilgili yorumları alınan bir araştırmacı, Berring boğazı yoluyla Amerika’ya geçenler ile Asya kıtasında kalanlar arasında bir mutasyon farkı tespit edildiğini söylemektedir. Daha sonra araştırmacı evrimcilerin sıkça başvurduğu "moleküler saat"le ilgili bir yorum yapmakta ve "bir mutasyonun 20.000 yılda bir gerçekleştidiği göz önüne alınırsa" şeklinde bir ifade kullanmaktadır. Ancak bu yorum hiç bir bilimsel dayanağı olmayan evrimci bir kurgulamadan ibarettir: Genlerdeki mutasyonları izlemede kullanılan moleküler saat kavramı önyargılarla oluşturulmuş, gerçekte bir anlam ifade etmeyen bir kavramdır.
Evrimcilerin genetik verileri çarpıtmada sıkça başvurduğu bu kavramı biraz ele almak yerinde olacaktır.
Söz konusu moleküler saat hipotezi, canlı türlerinin proteinlerindeki aminoasitlerin veya genlerindeki nükleotidlerin belli hızda değiştiğini varsayar. Bu hipotez evrim teorisini baştan doğru kabul ederek yola çıkar. Discovery Channel’da dile getirilen, insanlarda 20.000 yılda bir kez mutasyon gerçekleştiği iddiası bu hipoteze dayanır. Evrimciler ortak bir atadan evrimleştiği varsayılan şempanze ve insan mitokondrilerine bakarak farklı nükleotidleri belirlerler. İnsan ve şempanzenin yaklaşık 6 milyon yıl önce ayrıldıklarını farz ettiklerinden 6 milyon yılı farklı nükleotidlerin sayısına bölerler. Böylelikle ortaya bir tür hayali mutasyon cetveli çıkarmış olurlar.
Elbette bu iddialar sadece evrimci varsayımlara dayalıdır ve bilimsel gerçekler karşısında hiçbir anlam ifade etmemektedir. (Detaylı bilgi için bkz. "Hayatın Gerçek Kökeni", Harun Yahya, Global Yayıncılık, İstanbul, 2000)
Moleküler saatin ‘ayarlanması’ tamamen evrimcilerin önyargılarına kalmaktadır. Nitekim bu nedenle söz konusu "saat" sabit de değildir: Ünlü Science dergisinde yayınlanan bir araştırmada yeni bir moleküler saate göre "Mitokondriyal Havva"nın sadece 6.000 yıl önce yaşamış olması gerektiği iddia edilmiştir. (Gibbons, A. ‘Calibrating the Mitochondrial Clock’. Science 279(5347):28-29, Ocak 2, 1998)
Tüm bunlar Discovery Channel’da verilen "Mitokondriyal Havva" tezinin hiçbir anlam ifade etmediğini ortaya çıkarmaktadır. Bu tezin özü şudur: Darwinizm illüzyonuna kapılmış evrimciler doğal olarak genlere de bu illüzyonun etkisiyle bakmakta ve görmek istediklerini görmektedirler.
Neandertal Yanılgısı
Afrika’dan çıkış senaryolarının ele alındığı bölümde, günümüz insanlarının Avrupa’ya geldiklerinde Neandertallerle karşılaştıkları da anlatılmakta ve Neandertaller hakkında kısa bilgiler verilmektedir. Neandertallerin bir insan ırkı olduğu kabul edilmesine rağmen, Neandertal Adamı, ilkel bir tür olarak gösterilmektedir. Discovery Channel ekranlarında yapılan temsili canlandırmalar, Neanderrthal Adamı’nı, konuşmak yerine çığlıklar atan, bir kurt gibi uluyan ve vahşi görünümlü bir insan olarak göstermektedir.
Oysa Neandertal anatomisi ve kültürü alanında yapılan bulgular, Neandertal Adamı’nın ilkel bir yönü olmadığını; günümüz insanları gibi yaşayan, düşünen, konuşan, kültür ve medeniyete sahip bir insan ırkı olduğunu kanıtlamıştır.
Bu konudaki evrimci çarpıtma, 19. yüzyıla uzanır. Neandertal Adamı’na ait ilk fosil 1856 yılında bulunmuştur. Marcelline Boule isimli Fransız anatomistin iskeletin rekonstrüksiyonunda yaptığı çarpıtmalar, Neandertal Adamı’nın kaba, kültürü olmayan, kambur yürüyen bir maymun adam olarak tanınmasına yol açmıştır. Hatta İngilizce’de Neanderthal kelimesi bir sıfat olarak yerleşmiş ve "kaba, cahil", anlamlarında kullanılır olmuştur. Ancak yeni Neandertal bulgularıyla tüm bunların bir yanlış anlama olduğu ortaya çıkmış ve Neandertallerin bir maymun adam olduğu fikri artık tamamen terkedilmiştir.
Discovery Channel yine de bu konuyu Darwinizm propagandasına alet etmekte ve Neandertal Adamı hakkında "insana şempanzeden 10 kat daha yakın" şeklinde tamamen anlamsız ve hayali bir benzetme yaparak onu evrimle ortaya çıkmış bir canlı olarak göstermeye çalışmaktadır.
Sonuç
Discovery Channel ekranlarında yayınlanan "Mitokondriyal Havva" belgeseli büyük bir yanılgıdan ibarettir. Konuya kanıt olarak gösterilen analizler evrimci önyargıları yansıtmaktan başka bir anlam taşımamaktadırlar. Discovery Channel’ın bilimsel gerçekleri gözardı ederek sürdürdüğü Darwinist propaganda tamamen çürüktür. Ne Homo sapiens sapiens (günümüz insanı), ne de Neandertal Adamı evrimle ortaya çıkmış türlerdir. Her ikisi de Allah’ın yarattığı ve düşünme ve konuşma gibi üstün yetenekler bahşettiği insanlardır.
Dolayısıyla Discovery Channel’da yer alan "Mitokondriyal Havva" tezi de, yukarıda aktarılan bulguyla geçersiz kılınan bir tezdir. Discovery Channel gibi evrimci kaynaklar, yeryüzünde yayılmış farklı insanların genetik özelliklerini kendi önyargıları doğrultusunda yorumlamakta ve teorilerine pay çıkarmaktadırlar. Genetik analizlere dayandırılan evrim iddiaları bu yüzden geçersizdir.
Evrimcilerin Afrika’dan çıkış teorilerine dayanak gösterdikleri bir başka araştırma yöntemi de Y-kromozomu analizidir. Bu analiz yöntemi sadece babadan aktarılan Y-kromozumunun incelenmesine dayanmaktadır. Oysa Y-kromozomu ve mtDNA analizlerinin sonuçları karşılaştırıldığında evrim iddialarının tutarsızlığı daha da belirginleşmektedir. Ayrıca genetik analizlere dayalı tarihlendirmelere birçok paleontolog şiddetle karşı çıkmaktadır. Paleontolojik kanıtlar, mtDNA ve Y-kromozumu analizleri tam bir çatışma içindedir.
Y-kromozomu analizi kullanarak farklı insan ırklarındaki genleri incelemiş olan Spencer Wells isimli araştırmacı, tüm insanların Afrika’dan 60.000 yıl önce çıkan bir atadan geldiğini ileri sürmektedir. Fosilleri temel alan paleontologlar, bu çıkışın 40.000 yıl daha erken gerçekleştiğini iddia etmektedir. Genetik analizlerle ortaya çıkan tarihlerle fosil kayıtları arasında büyük bir fark olduğu açıktır. George Washington Üniversitesi paleoantropoloğu Alison Brooks, "Bu tarihler fosil kayıtlarında ortaya çıkan göçlerin coğrafyası veya sırasıyla uygun düşmemektedir" demektedir. (National Geographic News, "Journey" Redraws Humans' Family Tree", 13 Aralık 2002:
http://news.nationalgeographic.com/news/2002/12/1212_021213_journeyofman.html)
Y-kromozomu analiziyle mitokondriyal DNA analizi arasındaki fark daha da büyüktür. Mitokondriyal DNA gözönüne alınarak yapılan araştırmalar bu çıkışı tam 90.000 yıl geriye, 150.000 yıl öncesine atmaktadır.
Görüldüğü gibi Discovery Channel’da konu edilen Afrika’dan çıkış teorileri üzerinde evrimciler arasında bile bir anlaşma yoktur. Hatta birçok evrimci antropolog ve paleontolog Afrika’dan çıkış teorisinin tamamen karşısındadır. Alan Thorne ve Milford Wolpoff gibi araştırmacıların başını çektiği bir grup bilim adamı, çok-bölgeli teoriyi savunmakta ve "mitokondriyal Havva" tezinin kesinlikle bir hayalden ibaret olduğunu belirten bulgular ortaya koymaktadırlar. Alan Thorne tarafından Avustralya’da bulunan 68.000 yıllık Mungo Adamı Afrika’dan çıkış teorilerine ve elbette "Mitokondriyal Havva" tezine ciddi bir darbe oluşturmaktadır. (http://cogweb.ucla.edu/EP/Mungo_Man.html)
Ortada bu kadar çok ve birbiriyle tamamen çatışan tez bulunmasının nedeni ise, ileri sürülen evrim senaryolarının tamamen hayali ve gerçek dışı olmasıdır. Gerçekten yaşanmış bir evrim süreci olmadığı için, herkes kendine göre ayrı bir senaryo kurgulamaktadır.
Mutasyon ve Moleküler Saat Yanılgısı
Discovery Channel’daki programda Amerikalıların kıtaya ilk olarak ne zaman gelmiş olabilecekleri hakkında da bazı spekülasyonlar ortaya konmaktadır. İlk kez 15.000 yıl önce gerçekleştiği zannedilen bu göçün, bazı DNA analizlerinden sonra 5.000 yıl geriye çekilerek 20.000 yıl öncesine alındığı anlatılmaktadır. Konuyla ilgili yorumları alınan bir araştırmacı, Berring boğazı yoluyla Amerika’ya geçenler ile Asya kıtasında kalanlar arasında bir mutasyon farkı tespit edildiğini söylemektedir. Daha sonra araştırmacı evrimcilerin sıkça başvurduğu "moleküler saat"le ilgili bir yorum yapmakta ve "bir mutasyonun 20.000 yılda bir gerçekleştidiği göz önüne alınırsa" şeklinde bir ifade kullanmaktadır. Ancak bu yorum hiç bir bilimsel dayanağı olmayan evrimci bir kurgulamadan ibarettir: Genlerdeki mutasyonları izlemede kullanılan moleküler saat kavramı önyargılarla oluşturulmuş, gerçekte bir anlam ifade etmeyen bir kavramdır.
Evrimcilerin genetik verileri çarpıtmada sıkça başvurduğu bu kavramı biraz ele almak yerinde olacaktır.
Söz konusu moleküler saat hipotezi, canlı türlerinin proteinlerindeki aminoasitlerin veya genlerindeki nükleotidlerin belli hızda değiştiğini varsayar. Bu hipotez evrim teorisini baştan doğru kabul ederek yola çıkar. Discovery Channel’da dile getirilen, insanlarda 20.000 yılda bir kez mutasyon gerçekleştiği iddiası bu hipoteze dayanır. Evrimciler ortak bir atadan evrimleştiği varsayılan şempanze ve insan mitokondrilerine bakarak farklı nükleotidleri belirlerler. İnsan ve şempanzenin yaklaşık 6 milyon yıl önce ayrıldıklarını farz ettiklerinden 6 milyon yılı farklı nükleotidlerin sayısına bölerler. Böylelikle ortaya bir tür hayali mutasyon cetveli çıkarmış olurlar.
Elbette bu iddialar sadece evrimci varsayımlara dayalıdır ve bilimsel gerçekler karşısında hiçbir anlam ifade etmemektedir. (Detaylı bilgi için bkz. "Hayatın Gerçek Kökeni", Harun Yahya, Global Yayıncılık, İstanbul, 2000)
Moleküler saatin ‘ayarlanması’ tamamen evrimcilerin önyargılarına kalmaktadır. Nitekim bu nedenle söz konusu "saat" sabit de değildir: Ünlü Science dergisinde yayınlanan bir araştırmada yeni bir moleküler saate göre "Mitokondriyal Havva"nın sadece 6.000 yıl önce yaşamış olması gerektiği iddia edilmiştir. (Gibbons, A. ‘Calibrating the Mitochondrial Clock’. Science 279(5347):28-29, Ocak 2, 1998)
Tüm bunlar Discovery Channel’da verilen "Mitokondriyal Havva" tezinin hiçbir anlam ifade etmediğini ortaya çıkarmaktadır. Bu tezin özü şudur: Darwinizm illüzyonuna kapılmış evrimciler doğal olarak genlere de bu illüzyonun etkisiyle bakmakta ve görmek istediklerini görmektedirler.
Neandertal Yanılgısı
Afrika’dan çıkış senaryolarının ele alındığı bölümde, günümüz insanlarının Avrupa’ya geldiklerinde Neandertallerle karşılaştıkları da anlatılmakta ve Neandertaller hakkında kısa bilgiler verilmektedir. Neandertallerin bir insan ırkı olduğu kabul edilmesine rağmen, Neandertal Adamı, ilkel bir tür olarak gösterilmektedir. Discovery Channel ekranlarında yapılan temsili canlandırmalar, Neanderrthal Adamı’nı, konuşmak yerine çığlıklar atan, bir kurt gibi uluyan ve vahşi görünümlü bir insan olarak göstermektedir.
Oysa Neandertal anatomisi ve kültürü alanında yapılan bulgular, Neandertal Adamı’nın ilkel bir yönü olmadığını; günümüz insanları gibi yaşayan, düşünen, konuşan, kültür ve medeniyete sahip bir insan ırkı olduğunu kanıtlamıştır.
Bu konudaki evrimci çarpıtma, 19. yüzyıla uzanır. Neandertal Adamı’na ait ilk fosil 1856 yılında bulunmuştur. Marcelline Boule isimli Fransız anatomistin iskeletin rekonstrüksiyonunda yaptığı çarpıtmalar, Neandertal Adamı’nın kaba, kültürü olmayan, kambur yürüyen bir maymun adam olarak tanınmasına yol açmıştır. Hatta İngilizce’de Neanderthal kelimesi bir sıfat olarak yerleşmiş ve "kaba, cahil", anlamlarında kullanılır olmuştur. Ancak yeni Neandertal bulgularıyla tüm bunların bir yanlış anlama olduğu ortaya çıkmış ve Neandertallerin bir maymun adam olduğu fikri artık tamamen terkedilmiştir.
Discovery Channel yine de bu konuyu Darwinizm propagandasına alet etmekte ve Neandertal Adamı hakkında "insana şempanzeden 10 kat daha yakın" şeklinde tamamen anlamsız ve hayali bir benzetme yaparak onu evrimle ortaya çıkmış bir canlı olarak göstermeye çalışmaktadır.
Sonuç
Discovery Channel ekranlarında yayınlanan "Mitokondriyal Havva" belgeseli büyük bir yanılgıdan ibarettir. Konuya kanıt olarak gösterilen analizler evrimci önyargıları yansıtmaktan başka bir anlam taşımamaktadırlar. Discovery Channel’ın bilimsel gerçekleri gözardı ederek sürdürdüğü Darwinist propaganda tamamen çürüktür. Ne Homo sapiens sapiens (günümüz insanı), ne de Neandertal Adamı evrimle ortaya çıkmış türlerdir. Her ikisi de Allah’ın yarattığı ve düşünme ve konuşma gibi üstün yetenekler bahşettiği insanlardır.
Discovery Channel / 09.04.03
Discovery Channel'ın Hurda DNA Yanılgısı
Discovery TV'de 9 Nisan 2003 tarhinde yayınlanan "DNA mı, Umut mu?" adlı programda, DNA üzerinde yapılan incelemeler ve tıp alanındaki umut verici yeni uygulamalardan bahsedildi. Ancak DNA hakkında önyargılı evrimci bir iddiaya da yer verildi. Bu yazımızda evrimcilerin "işe yaramayan DNA" iddiasının gerçek dışı olduğu açıklanmaktadır.
DISCOVERY KANALINDA EVRİMCİLERİN "BOŞ" ISRARI
Discovery TV kanalındaki "DNA mı Umut mu?" adlı programda DNA hakkkında verilen bilgilerin arasına evrimci propagandanın fosilleşmiş bir iddiası sıkıştırılmıştı: "boş DNA" iddiası. Programda DNA zincirimizin işe yaramayan dizilimlerle dolu olduğu öne sürüldü ve "Büyük bir kısmı evrimsel geçmişimizin kalıntıları gibi görünüyor" iddiasında bulunuldu.
Bilindiği gibi 2000 yılında başlayan ve insanın gen haritasını çıkarmayı hedefleyen Genom Projesi, % 99 oranında tamamlanmış bulunuyor. İnsanın ne kadar kompleks ve mükemmel bir organizasyona sahip olduğunu anlaması, bu proje sayesinde daha kolay hale gelmiştir. Şu ana dek yalnızca DNA şifremizin şifre (harf) dizilimi ortaya çıkarılmış bulunuyor. Bu şifrelerin vücudumuzda hangi fonksiyonları belirlediklerini bir kaç gen dışında henüz bilmiyoruz. DNA zinciri üzerinde aktif olarak çalıştığı keşfedilmiş 35 bin kadar DNA bölümüne yani gene sahibiz. Bu miktar ise 3 milyar birimden oluşan insan DNAsının yalnızca % 3'ünü oluşturmaktadır. Peki geriye kalan uzun DNA zinciri ne işe yaramaktadır? İşte bu noktada evrimcilerin bu bilinmeyen üzerine bina ettikleri ilginç bir tahminleri öne çıkar; genler arasında uzayıp giden DNA bölümlerinin hiç bir amacı yoktur, saçma ya da çöp dizilimlerden ibaret olduklarında ısrar ederler. Milyonlarca yıllık hayali evrim sürecinde bu bölgelerin artık işlevlerini yitirmiş fosil genler oldukları iddia edilir. Oysa bu oldukça aceleci iddia, yeni bilimsel bulgular karşısında her geçen gün biraz daha çürümektedir.
Ancak yukarıda da değindiğimiz gibi, genetik bilimi DNA'nın işlevlerini tanımlamada henüz emekleme safhasındadır. İşe yaramadığı iddia edilen bölümlerin ise aslında hayati fonksiyonları yönettikleri süregiden araştırmalar sayesinde ortaya konmaktadır. Science dergisi editörü Richard Stone bu gerçeği şöyle ifade eder:
"DNA adacıkları bir zamanlar "hurda DNA" olarak bir kenara atılmış olsalar da, genlerin kopyalanmasını etkiledikleri ve hastalıklara yatkınlıkla ilişkili olduklarına dair kanıtlar giderek artmaktadır." (Richard Stone, DNA Mutations Linked to Soviet Bomb Tests, SCIENCE, Volume 295, Number 5557, Issue of 8 Feb 2002, p. 946)
Cleveland Üniversitesi'nden evrimci bilim adamı Evan Eichler ise, evrimcilerin hurda diye niteledikleri bu bölümler hakkında şu yorumu yapar:
"Hurda DNA deyimi bizim bilgisizliğimizin yansımasından başka birşey değil." (Service, R.F., Vogel, G, Science, 16 Şubat 2001)
Görüldüğü gibi, hurda haline gelmiş DNA dizileri yakıştırması, bilgisizlikten ötürü ileri sürülmüş ancak evrimcilerin de artık terk etmeğe başladıkları, yeni bulgular karşısında çürümüş bir iddiadır. Discovery TV'ye terk edilen yanlış tezler yerine güncel bilgilere yer vermesini ve toplumu doğru bilgilendirmeye özen göstermesini tavsiye ediyoruz.
Discovery TV'de 9 Nisan 2003 tarhinde yayınlanan "DNA mı, Umut mu?" adlı programda, DNA üzerinde yapılan incelemeler ve tıp alanındaki umut verici yeni uygulamalardan bahsedildi. Ancak DNA hakkında önyargılı evrimci bir iddiaya da yer verildi. Bu yazımızda evrimcilerin "işe yaramayan DNA" iddiasının gerçek dışı olduğu açıklanmaktadır.
DISCOVERY KANALINDA EVRİMCİLERİN "BOŞ" ISRARI
Discovery TV kanalındaki "DNA mı Umut mu?" adlı programda DNA hakkkında verilen bilgilerin arasına evrimci propagandanın fosilleşmiş bir iddiası sıkıştırılmıştı: "boş DNA" iddiası. Programda DNA zincirimizin işe yaramayan dizilimlerle dolu olduğu öne sürüldü ve "Büyük bir kısmı evrimsel geçmişimizin kalıntıları gibi görünüyor" iddiasında bulunuldu.
Bilindiği gibi 2000 yılında başlayan ve insanın gen haritasını çıkarmayı hedefleyen Genom Projesi, % 99 oranında tamamlanmış bulunuyor. İnsanın ne kadar kompleks ve mükemmel bir organizasyona sahip olduğunu anlaması, bu proje sayesinde daha kolay hale gelmiştir. Şu ana dek yalnızca DNA şifremizin şifre (harf) dizilimi ortaya çıkarılmış bulunuyor. Bu şifrelerin vücudumuzda hangi fonksiyonları belirlediklerini bir kaç gen dışında henüz bilmiyoruz. DNA zinciri üzerinde aktif olarak çalıştığı keşfedilmiş 35 bin kadar DNA bölümüne yani gene sahibiz. Bu miktar ise 3 milyar birimden oluşan insan DNAsının yalnızca % 3'ünü oluşturmaktadır. Peki geriye kalan uzun DNA zinciri ne işe yaramaktadır? İşte bu noktada evrimcilerin bu bilinmeyen üzerine bina ettikleri ilginç bir tahminleri öne çıkar; genler arasında uzayıp giden DNA bölümlerinin hiç bir amacı yoktur, saçma ya da çöp dizilimlerden ibaret olduklarında ısrar ederler. Milyonlarca yıllık hayali evrim sürecinde bu bölgelerin artık işlevlerini yitirmiş fosil genler oldukları iddia edilir. Oysa bu oldukça aceleci iddia, yeni bilimsel bulgular karşısında her geçen gün biraz daha çürümektedir.
Ancak yukarıda da değindiğimiz gibi, genetik bilimi DNA'nın işlevlerini tanımlamada henüz emekleme safhasındadır. İşe yaramadığı iddia edilen bölümlerin ise aslında hayati fonksiyonları yönettikleri süregiden araştırmalar sayesinde ortaya konmaktadır. Science dergisi editörü Richard Stone bu gerçeği şöyle ifade eder:
"DNA adacıkları bir zamanlar "hurda DNA" olarak bir kenara atılmış olsalar da, genlerin kopyalanmasını etkiledikleri ve hastalıklara yatkınlıkla ilişkili olduklarına dair kanıtlar giderek artmaktadır." (Richard Stone, DNA Mutations Linked to Soviet Bomb Tests, SCIENCE, Volume 295, Number 5557, Issue of 8 Feb 2002, p. 946)
Cleveland Üniversitesi'nden evrimci bilim adamı Evan Eichler ise, evrimcilerin hurda diye niteledikleri bu bölümler hakkında şu yorumu yapar:
"Hurda DNA deyimi bizim bilgisizliğimizin yansımasından başka birşey değil." (Service, R.F., Vogel, G, Science, 16 Şubat 2001)
Görüldüğü gibi, hurda haline gelmiş DNA dizileri yakıştırması, bilgisizlikten ötürü ileri sürülmüş ancak evrimcilerin de artık terk etmeğe başladıkları, yeni bulgular karşısında çürümüş bir iddiadır. Discovery TV'ye terk edilen yanlış tezler yerine güncel bilgilere yer vermesini ve toplumu doğru bilgilendirmeye özen göstermesini tavsiye ediyoruz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)