Tazmanya Kaplanının Evrimi: Körükörüne Savunulan Bir Evrim Doğması
Discovery Channel TV’de 24 Mart 2003 tarihinde "Tazmanya Kaplanı Klonlanıyor" isimli bir belgesel yayınlandı. Belgesel, soyu tükenmiş olan Tazmanya kaplanının, bu türe ait olan ve 140 yıldır alkollü bir solüsyonda bozulmadan saklanan bir cenin sayesinde klonlanması çalışmalarını konu ediyordu. Programda Avustralya Doğa Tarihi müzesi yetkilerinin başlattığı klonlama projesinin karşısındaki zorluklar ve projenin hakkında bilim adamı görüşleri anlatılıyordu. Programın sonunda klonlama çalışması başarıya ulaşmasa da ceninden elde edilen DNA parçalarının birleştirilebildiği, belki daha gelecekte birgün klonlamanın başarılacağı belirtilerek temenniler sıralanıyordu. Ancak bir yandan da kanal Tazmanya kaplanının kökeni hakkında bazı Darwinist iddialar ortaya koyarak izleyicilere evrim propagandası yapıyordu. Bu yazıda, belgeselde ortaya konan Darwinist yanılgılar cevaplandırılacaktır.
Tazmanya kaplanı, Avustralya’nın güneyinde bulunan Tazmanya adasında yaşamış bir türdür. Türün ortadan kalkmasında Avustralya kıtasına yerleşen yerleşimciler önemli rol oynamıştır. Çiftçiler, kendi hayvanlarına saldırarak önemli zararlara yol açan bu türe karşı geniş bir av kampanyası başlatmış, bu kampanya Tazmanya kaplanının ortadan kalkmasıyla son bulmuştur.
Programda daha çok Tazmanya kaplanını klonlama çalışmaları üzerinde durulmakta, canlının kökeni hakkında fazla bir yorum yapılmamaktadır. Discovery Channel tek bir cümleyle Tazmanya kaplanının evrimle ortaya çıkan bir tür olduğu iddiasını ortaya atmakta ve konuyu geçiştirmektedir. Belgeselde Tazmanya kaplanı hakkında şu iddiaya yer verilmektedir:
"Elli milyon yılda evrimleşen Tazmanya kaplanı sadece elli yılda ortadan kaldırıldı."
Evrim iddiasının bu kadar kısa bir cümleyle kısıtlı tutulmasının altında yatan neden, Tazmanya kaplanının gerçekte evrim senaryolarını çürüten bir canlı olmasıdır.
Tazmanya kaplanının evrimi çıkmaza sokan özelliklerine geçmeden önce, bu canlının bir diğer isminin ‘Tazmanya kurdu’ olduğunu belirtmek gerekir. Gerçekte canlının anatomisi asıl olarak kaplana değil kurda benzemektedir. Kafatası yapısıyla Kuzey Amerika kurdundan neredeyse hiçbir farkı yoktur. Nitekim bilim literatüründe daha yaygın olarak kullanılan adı Tazmanya kurdudur. Kaplanlarla tek benzer yönü vücudunun arka kısmında, bir kaplanda bulunanlara benzer, paralel çizgilere sahip olmasıdır.
Tazmanya kurdunun/kaplanının önemli bir özelliği ise, aynen kanguru gibi, bir ‘keseli’ olmasıdır. Bir kurda bu kadar benzer olduğu halde keseli olması evrimcileri zoraki kabullerde bulunmaya itmektedir.
Tazmanya kurdu keseli memelilere ait olduğu halde benzeri olan Kuzey Amerika kurdu plasentalı memelidir. Evrimcilere göre plasentalı ve keseli memelilerin sözde evrimsel ayrılması 100-120 milyon yıl önce gerçekleşmiştir. İki canlının son ortak atasının bu kadar eski oluşu sahip oldukları benzerlikle açıkça çelişmektedir. Sorun şudur: Nasıl olur da birbirine tamamen uzak iki kıtada (Avustralya ve K. Amerika neredeyse dünyanın zıt uçlarında yer alırlar) evrimleştiği ileri sürülen canlılar yüz milyon yılı aşkın süre sonra neredeyse farksız iskeletlere sahip olabilirler? Birbirinden tamamen bağımsız coğrafyalarda, tamamen rastlantısal olaylara dayanan "evrim süreçleri" nasıl olur da aynı beden yapısını iki defa ortaya çıkarabilir? Bu sorular karşısında evrimciler mecburen bu iki canlının tesadüfi mutasyonlarla ayrı coğrafyalarda iki kez ortaya çıktığını kabul etmektedirler.
Evrimcilere göre iki canlı son derece uzak bölgelerde yer almalarına rağmen benzer çevresel faktörler yüzünden benzer anatomilere sahip olmuşlardır. Çevresel faktörler sözde evrimleşmekte olan canlılar üzerinde aynı yönde baskı oluşturmuş ve iki benzer canlı ortaya çıkmıştır. Evrimciler bu hayali faktörlerden ‘evrimsel baskı’ olarak söz ederler ve sanki canlıları aynı yöne doğru yönlendiren bilinçli bir süreç varmış gibi bir üslup kullanırlar. Oysa böyle bir "evrimsel baskı" yoktur. Sadece rastlantısal mutasyonlar vardır ve bu mutasyonların, birbirinden tamamen ilgisiz iki farklı memeli grubuna, yüzlerce kez aynı biçimde isabet ettiğine inanmak, tamamen akıldışıdır. Akla uygun olan açıklama, iki bağımsız canlının, ortak bir "plan" üzere yaratıldığıdır.
Gerçekte Tazmanya kurdu ile plasentalı kurt arasındaki benzerlik, morfolojik benzerliklerin ortak atadan gelme teorisine kanıt oluşturduğu yönündeki klasik evrimci iddiayı (yani "homoloji" argümanını) çürüten önemli bir kanıttır. Birbirine çok benzer iki kurdun bile hiç bir ortak atadan gelmedikleri açıkça belli olduğuna göre, diğer benzer türler, örneğin maymun ile insan için öne sürülen "benziyorlar, demek ki akrabalar" tezinin nasıl bir inandırıcılığı olabilir?
Sonuç
Discovery Channel’da Tazmanya kurdu hakkında anlatılan Darwinist hikayeler hiçbir bilimsel anlam ifade etmemektedir. TV kanalı hiçbir bilimsel kanıt ortaya koymadan kendi Darwinist inançlarını izleyicilerine empoze etmiştir. Discovery Channel’a bu gözü kapalı evrim taraftarlığına bir son verme çağrısında bulunuyoruz.
1 Şubat 2012 Çarşamba
Discovery Channel / 24.03.03
Discovery Channel’ın Tyrannosaurus rex Hakkındaki Yanılgısı
24 Mart 2003 tarihinde Discovery Channel’da "T. rex Vadisi" isimli bir belgesel yayınlandı. Belgeselde 85 ila 65 milyon yıl önceki dönemde yaşamış etçil bir dinozor türü olan Tyrannosaurus rex hakkında geliştirilen yeni bir tez konu ediliyordu. ABD’nin Montana eyaletinde bulunan Rockies Müzesi’nden Jack Horner isimli paleontolog, yaygın kanının aksine, T.rex’in yırtıcı değil leş yiyici bir canlı olduğunu ileri sürüyordu. Bu canlıların gözlerinin (avı görmek için) fazla küçük olduğu, kollarının (avı tutmak için) fazla kısa olduğu ve bacaklarının (avı kovalamak için) fazla iri olduğu anlatılıyordu. Horner, bu özelliklerine dayanarak T.rex’in av peşinde koşarak onu yakalama yeteneğine sahip olmadığını, dolayısıyla leş yiyici bir tür olarak düşünülmesi gerektiğini savunuyordu. T.rex lerin kökeni konusuna girilmemesine rağmen, bulunan iki T.rex fosili arasında kurulan bir ilişki bilimsel açıdan bir yanılgıya işaret ediyordu. Bu yazıda söz konusu bağlantının arkasındaki evrimci ön yargılar gözler önüne serilecektir.
Paleontolog Jack Horner, ‘G.rex’ ve ‘Wankel rex’ olarak bilinen iki T.rex fosili hakkında bilgiler vermekte, sonra bunlardan yola çıkarak T.rex lerin sözde evrimi hakkında iddialara yer vermektedir. Yaklaşık 68 milyon yıllık olan G.rex, bilinen en eski T.rex fosili olma özelliğindedir. Horner 1990 yılında bulunan ve G.rex’ten 90 metre daha yukarıdaki katmanda bulunan Wankel rex’in, Kretas dönemi ile üçüncü jeolojik dönem arası geçiş sınırına (K-T sınırı) yakın konumda bulunduğunu belirtmektedir. Böylece Wankel rex’in, G.rex’ten iki-üç milyon yıl daha yaşlı olduğu tahmin edilmektedir.
Horner, iki türe ait fosiller üzerinde yaptığı incelemelerde kaval ve uyluk kemiklerinin birbirine oranını karşılaştırmaktadır. G.rex’te uyluk ve kaval kemiklerinin yaklaşık eşit uzunlukta olduğu, buna karşın Wankle rex’te uyluk kemiğinin kaval kemiğinden daha uzun olduğu anlatılmaktadır. Burada Horner tamamen hayalgücüne dayanan bir bağlantı kurmakta ve T.rex lerin bacaklarında zaman içinde bir değişim görüldüğü, bunun sonucunda koşma kabiliyeti yerine evrimle uzun mesafe yürüme yeteneği geliştirdikleri iddia edilmektedir. Discovery Channel’da verilen bu iddianın hiçbir bilimsel değeri yoktur.
Öncelikle verilen bilginin doğruluğu kuşkuludur: Discovery Channel’ın "T.rex Vadisi" belgeseli ve Horner’ın iddialarını yorumlayan bir dinozor uzmanı, söz konusu kemik oranlarının Horner’ın iddia ettiği gibi olmadığını belirtmektedir. Cleveland Doğa Tarihi Müzesi’nin internet sayfasında yorumlarına yer verilen Nicholas Gardner isimli dinozor uzmanı, Wankel rex’in kaval kemiğinin kırılmış parçalardan meydana geldiğini belirtmektedir. Gardner, Horner’ın bu parçalara bakarak oluşturduğu oranların yanlış olduğunu ve bu yanlışlığın, Carnegie ve Washington Müzelerinde kurulu Wankel rex dinozor iskeletlerinden açıkça anlaşılabileceğini ifade etmektedir. Çünkü müzedeki örnekler Horner’ın ileri sürdüğü oranları göstermemektedir.
Öte yandan eğer Horner oranları doğru belirlemiş olsa da, iddiaları evrime bir destek sağlamayacaktır. Çünkü milyonlarca yıl öncesine ait bacak kemiklerinin sadece uzunluklarına bakarak arada bir ‘evrim’ bulunduğunu söylemek, sadece kişinin ön yargılarıyla varabileceği bir sonuçtur. Bir türe ait farklı fosil örneklerinin kemik uzunluklarında derin farklılıklar görülebilir. Örneğin fosil kayıtlarında bir Çinli ve bir İskandinav’a ait bacak kemiklerine rastlayan bir paleontolog arada büyük fark bulacaktır. Ama buna dayanarak "İskandinavlar Çinlilerden evrimleşmiştir" diye iddia edemez. Çünkü İskandinavın, Çinliden daha uzun bacaklara sahip olması evrim olduğunu göstermez. Fosiller milyonlarca yıl öncesine ait tek bir izole ‘an’dan izler taşımaktadırlar. İki fosil arasındaki iki-üç milyon yıllık uzun dönemde ne olup bittiği hakkında fikir vermeleri mümkün değildir. Fosiller çoğu zaman ufak tefek parçalardan meydana gelirler ve ait oldukları canlının tam olarak neye benzediği hakkında bile tam bir fikir vermeleri mümkün değildir. Bilim dergisi Discover’da yayınlanan bir makalede bununla ilgili olarak şöyle bir yorum yapılmaktadır:
"Fosiller tutarsızdır. Kemikler size duymak istediğiniz tüm şarkıları söyleyebilirler "
Horner da burada sadece fosillere bakmakta ve kendi hayallerinde varolan evrim şarkısını dinlemektedir. Discovery Channel gibi evrimci kuruluşlar da bu hayali iddiaların bilimsel dayanaklarını araştırmaksızın bunları kitlelere yaymaktadırlar. Kanalın evrime olan dogmatik bağlılığını modern bilimin bulguları karşısında tekrar gözden geçirmesi ve bir ondokuzuncu yüzyıl hurafesi olduğu gösterilen evrim teorisinin propagandasını yapmaktan vazgeçmesini tavsiye ediyoruz.
24 Mart 2003 tarihinde Discovery Channel’da "T. rex Vadisi" isimli bir belgesel yayınlandı. Belgeselde 85 ila 65 milyon yıl önceki dönemde yaşamış etçil bir dinozor türü olan Tyrannosaurus rex hakkında geliştirilen yeni bir tez konu ediliyordu. ABD’nin Montana eyaletinde bulunan Rockies Müzesi’nden Jack Horner isimli paleontolog, yaygın kanının aksine, T.rex’in yırtıcı değil leş yiyici bir canlı olduğunu ileri sürüyordu. Bu canlıların gözlerinin (avı görmek için) fazla küçük olduğu, kollarının (avı tutmak için) fazla kısa olduğu ve bacaklarının (avı kovalamak için) fazla iri olduğu anlatılıyordu. Horner, bu özelliklerine dayanarak T.rex’in av peşinde koşarak onu yakalama yeteneğine sahip olmadığını, dolayısıyla leş yiyici bir tür olarak düşünülmesi gerektiğini savunuyordu. T.rex lerin kökeni konusuna girilmemesine rağmen, bulunan iki T.rex fosili arasında kurulan bir ilişki bilimsel açıdan bir yanılgıya işaret ediyordu. Bu yazıda söz konusu bağlantının arkasındaki evrimci ön yargılar gözler önüne serilecektir.
Paleontolog Jack Horner, ‘G.rex’ ve ‘Wankel rex’ olarak bilinen iki T.rex fosili hakkında bilgiler vermekte, sonra bunlardan yola çıkarak T.rex lerin sözde evrimi hakkında iddialara yer vermektedir. Yaklaşık 68 milyon yıllık olan G.rex, bilinen en eski T.rex fosili olma özelliğindedir. Horner 1990 yılında bulunan ve G.rex’ten 90 metre daha yukarıdaki katmanda bulunan Wankel rex’in, Kretas dönemi ile üçüncü jeolojik dönem arası geçiş sınırına (K-T sınırı) yakın konumda bulunduğunu belirtmektedir. Böylece Wankel rex’in, G.rex’ten iki-üç milyon yıl daha yaşlı olduğu tahmin edilmektedir.
Horner, iki türe ait fosiller üzerinde yaptığı incelemelerde kaval ve uyluk kemiklerinin birbirine oranını karşılaştırmaktadır. G.rex’te uyluk ve kaval kemiklerinin yaklaşık eşit uzunlukta olduğu, buna karşın Wankle rex’te uyluk kemiğinin kaval kemiğinden daha uzun olduğu anlatılmaktadır. Burada Horner tamamen hayalgücüne dayanan bir bağlantı kurmakta ve T.rex lerin bacaklarında zaman içinde bir değişim görüldüğü, bunun sonucunda koşma kabiliyeti yerine evrimle uzun mesafe yürüme yeteneği geliştirdikleri iddia edilmektedir. Discovery Channel’da verilen bu iddianın hiçbir bilimsel değeri yoktur.
Öncelikle verilen bilginin doğruluğu kuşkuludur: Discovery Channel’ın "T.rex Vadisi" belgeseli ve Horner’ın iddialarını yorumlayan bir dinozor uzmanı, söz konusu kemik oranlarının Horner’ın iddia ettiği gibi olmadığını belirtmektedir. Cleveland Doğa Tarihi Müzesi’nin internet sayfasında yorumlarına yer verilen Nicholas Gardner isimli dinozor uzmanı, Wankel rex’in kaval kemiğinin kırılmış parçalardan meydana geldiğini belirtmektedir. Gardner, Horner’ın bu parçalara bakarak oluşturduğu oranların yanlış olduğunu ve bu yanlışlığın, Carnegie ve Washington Müzelerinde kurulu Wankel rex dinozor iskeletlerinden açıkça anlaşılabileceğini ifade etmektedir. Çünkü müzedeki örnekler Horner’ın ileri sürdüğü oranları göstermemektedir.
Öte yandan eğer Horner oranları doğru belirlemiş olsa da, iddiaları evrime bir destek sağlamayacaktır. Çünkü milyonlarca yıl öncesine ait bacak kemiklerinin sadece uzunluklarına bakarak arada bir ‘evrim’ bulunduğunu söylemek, sadece kişinin ön yargılarıyla varabileceği bir sonuçtur. Bir türe ait farklı fosil örneklerinin kemik uzunluklarında derin farklılıklar görülebilir. Örneğin fosil kayıtlarında bir Çinli ve bir İskandinav’a ait bacak kemiklerine rastlayan bir paleontolog arada büyük fark bulacaktır. Ama buna dayanarak "İskandinavlar Çinlilerden evrimleşmiştir" diye iddia edemez. Çünkü İskandinavın, Çinliden daha uzun bacaklara sahip olması evrim olduğunu göstermez. Fosiller milyonlarca yıl öncesine ait tek bir izole ‘an’dan izler taşımaktadırlar. İki fosil arasındaki iki-üç milyon yıllık uzun dönemde ne olup bittiği hakkında fikir vermeleri mümkün değildir. Fosiller çoğu zaman ufak tefek parçalardan meydana gelirler ve ait oldukları canlının tam olarak neye benzediği hakkında bile tam bir fikir vermeleri mümkün değildir. Bilim dergisi Discover’da yayınlanan bir makalede bununla ilgili olarak şöyle bir yorum yapılmaktadır:
"Fosiller tutarsızdır. Kemikler size duymak istediğiniz tüm şarkıları söyleyebilirler "
Horner da burada sadece fosillere bakmakta ve kendi hayallerinde varolan evrim şarkısını dinlemektedir. Discovery Channel gibi evrimci kuruluşlar da bu hayali iddiaların bilimsel dayanaklarını araştırmaksızın bunları kitlelere yaymaktadırlar. Kanalın evrime olan dogmatik bağlılığını modern bilimin bulguları karşısında tekrar gözden geçirmesi ve bir ondokuzuncu yüzyıl hurafesi olduğu gösterilen evrim teorisinin propagandasını yapmaktan vazgeçmesini tavsiye ediyoruz.
Discovery Channel / 25.03.03
Discovery Channel’dan 3 Darwinist Belgesel, 3 Dogmatik Hikaye
National Geographic TV, Discovery Channel, History Channel gibi belgesel ağırlıklı yayın yapan kanallar, Darwinizm yayınlısı tutumlarıyla bilinmektedirler. Bu TV kanalları, canlılık ve türler söz konusu olduğunda araya evrimci terimler ‘serpiştirmeleriyle’ tanınırlar. Anlatılan canlı hakkında, ‘milyonlarca yıl sonunda evrimle ortaya çıktı’, ‘hayatta kalma mücadelesinde evrimleşmesi kaçınılmazdı’ ya da ‘evrimin hediyesi olan kamuflajlar geliştirdi’ gibi yorumlar yapar; konuyu izleyiciye bir anlamda evrimle ‘etiketleyerek’ aktarırlar. Bu yorumlar bilimsel dayanaktan yoksundur ve evrim teorisini ayakta tutmak amacıyla kullanılan birer kitlesel telkin yönteminden başka bir şey değildir.
Mart sonu ve Nisan başı arasındaki döneme bakıldığında böyle bir anlatım yöntemine en yoğun şekilde başvuran TV kanalının, Discovery Channel olduğu görülmektedir. Discovery Channel’ın bu belgesellerde ortaya koyduğu evrim masalları, kanalın hayalperestlik seviyesinde belirgin bir yükselişi işaret etmektedir. Bu yazıda Discovery Channel’ın söz konusu dönemde yayınladığı şu üç belgeseldeki Darwinizm propagandası gösterilecektir:
• 25 Mart 2003 "Elektrikli Su Yılanları"
• 28 Mart 2003 "Köpekbalıklarının Evrimi"
• 1 Nisan 2003 "Bugünün Serengetisi"
Belgesellerde anlatılan konular birbirinden farklı olsa da evrim propagandasında başvurulan yöntem açısından neredeyse farksızdır: Hepsi masal anlatımına dayanmaktadır.
Elektrikli Su Yılanlarının Tasarımı ve Evrim Masallarının Yüzeyselliği
Elektrikli su yılanlarının anlatıldığı programda, Amazon nehrinde yaşayan yılan balıklarının bedenlerinde elektrik üretme yetenekleri ve balıkların yaşamları ele alınmaktadır. Elektrikli yılan balıkları, bedenlerinde ürettikleri elektriği avlanmada, düşmanlarından korunmada ve birbirleriyle haberleşmede kullanabilmektedirler. Boyları zaman zaman iki metreyi bulabilen elektrikli su yılanlarının ürettikleri elektriğin şiddeti, uzunluklarına paralel özellik göstermektedir. Buna göre bir elektrikli su yılanı bedeninin her bir metrelik bölümü için 300 volt şiddetinde elektrik üretebilmektedir. Balıkların şaşırtıcı bir özelliği, bedenlerinin bir mücadele sırasında kopan bir kısmının, kemikli kısımları da dahil olmak üzere, yenilenebilir olmasıdır. Balığın kuyruk kısmı kertenkelenin kuyruğu gibi tekrar uzayabilmektedir. Kemiklerin bile yenilendiği bu mükemmel sistemin nasıl çalıştığı bilim adamları için sır olmayı sürdürmektedir. Balığın ağız içi dokusu bir akciğer gibi görev görmekte ve yılan balığı ağzından aldığı sudaki oksijeni ayrıştırarak kan dolaşımına kazandırabilmektedir. Böylece elektrikli su yılanları solungaçla solunum yapan diğer balıklardan ayrılmaktadır. Elektriği üreten üç organ belirlenmiş olmasına rağmen bunların nasıl çalıştığı hakkında neredeyse hiçbir bilgi bulunmamaktadır.
Belgeselin sonunda ise Discovery Channel, henüz nasıl çalıştığını dahi bilmediği bir organın evrimle ortaya çıktığını iddia etmektedir. Bu masal şöyle anlatılmaktadır:
"Nasıl evrim geçirip elektrik üretir hale gelmiş, bilim bunu henüz keşfetmiş değil. Başlangıçta Amazonlarda çamurlu sularda yol bulmak zayıf bir elektrik çıkarmaya başlamış sonra yavaş yavaş düşmanlarından korunmaya ve avlanmaya yetecek kadar şiddetli elektrik akımı yaymaya başlamışlar".
Görüldüğü gibi TV kanalı bırakın elektrik üreten organın evrimsel aşamalarını tutarlı bir tezle açıklamayı, organın nasıl çalıştığını bile bilmemektedir. Ama nasıl evrimleştiğini bilircesine hikayeler anlatabilmektedir! Elektriğin varlığından bile habersiz bir balık, gerçekten çamurlu sularda önündekileri algılamasını sağlayacak organlar üretebilir mi? Sonra bu elektrik sisteminden memnun kalıp akım şiddetini 300 volta kadar artırmış olabilir mi? Normal bir balığın DNAsında meydana gelecek rastlantısal mutasyonlarla bu kadar kompleks ve özelleşmiş organlar oluşması mümkün müdür? Tüm bunların cevabı "hayır"dır. Çünkü bu sistem bilgiye dayalıdır ve hiçbir kör tesadüf, balığın genlerinde böyle karmaşık bir sistemi meydana getiremez. Discovery Channel bu açmazı bildiği için konuyu masal anlatarak geçiştirmektedir.
Köpek balıklarının Kökeni ve Discovery'nin Evrim Karşıtı Kanıtlardan
Evrim Masalı Çıkarma Çabası
"Köpek balıklarının Evrimi" belgeselinde de evrim masalları anlatılmaktadır. Köpek balıklarında da yılan balığındaki ‘nasıl olmuşsa olmuş evrimleşmiş’ anlatımı göze çarpmaktadır. Hiçbir bilimsel kanıt gösterilmeksizin günümüz köpek balıklarının hayali evrimine dair masallar anlatılmaktadır.
Discovery Channel, telkine, denizlerde sürekli bir evrim sürecinin varlığını çağrıştıran şöyle bir soru sorarak başlamaktadır: " Köpek balıklarının denizlere egemen olduğu,evrimin hiç bir sınır tanımadığı denizlerde hayat nasıldı?"
Denizlerde evrim olduğu iddiası tamamen gerçek dışıdır. Kambriyen döneminde canlı türlerinde yaşanan patlama, bu dönemde yaşamış omurgasız deniz canlılarının kompleks beden tasarımlarıyla aniden ortaya çıktıklarını yani yaratıldıklarını göstermektedir. Bu devirde ortaya çıkan 100'e yakın farklı hayvan filumuna (temel kategorisine)) ait canlılar kan dolaşımı gibi karmaşık fizyolojik sistemler ve bileşik göz gibi kompleks organlara sahiptirler. Bunlar evrim teorisine büyük bir darbedir çünkü bu dönemden önce, tek hücreliler dışında hiç bir filum yaşamamıştır. Yani fosil kayıtlarında Kambriyen dönemi canlılarının atası olarak gösterilebilecek hiçbir canlı bulunmamaktadır. İlk balıklar da yine Kambriyen devrinde, aniden, hiç bir ataları olmadan ortaya çıkmıştır. Kambriyenden sonraki dönemlerde yaşamış deniz canlılarının da aniden ortaya çıktıkları görülmektedir. Latimera chalumnae türü balığın fosil kayıtlarında 410 milyon yıl önce ortaya çıktığı görülmektedir ve günümüzdekiyle fosil hali arasında hiçbir fark yoktur. Böylece denizlerde "evrimin sınır tanımadığı" ifadesinin bir aldatmacadan ibaret olduğu ortaya çıkmaktadır: Discovery Channel gerçek dışı masallar anlatmaktadır.
TV kanalı köpek balıklarının hayali evrimi konusunda ise şu masalı aktarmaktadır:
"Tatlı suda yaşayan sürüngene benzeyen bir köpekbalığı evrim dramasında başrol oynuyordu. Ortachantus adı verilen bu yaratık Permiyen bataklıklarında terör estiriyordu....Toplu yok olma denizlerdeki evrimin yolunu değiştirirken köpek balıkları tatlı suda yaşamaya başladı. Orthacantus yaklaşık ikiyüz milyon yıl boyunca nehir ağızlarında yaşadı. İnce uzun vücuduyla yılan balığına benziyordu. Çift sıra dişleri ve kuvvetli bir çenesi vardı".
Görüldüğü gibi Orthacantus’un köpek balığı atası olduğu iddiası sadece masalsı bir anlatımda ortaya konmaktadır. Ne Orthacanthus’un evrimle nasıl ortaya çıkmış olabileceği ne de günümüz köpek balıklarının Orthacantus’tan nasıl evrimleşmiş olabileceğine dair hiçbir bilimsel kanıt ortaya konmamaktadır. Hatta Discovery Channel geçiş formu olabilecek bir fosil dahi gösteremektedir. İzleyicilere hiçbir somut kanıt sunulmadan bu masala inanmalarını beklemektedir.
Orthacantus’tan çok daha önceki dönemlerde yaşamış ve bilim adamlarınca ‘köpek balığı’ olarak sınıflandırılmış canlıların fosilleri, Discovery Channel’ın evrim iddiasını geçersiz kılmaktadır. Antartika’da bulunan köpek balığı dişlerinin 382 milyon yıllık oldukları belirlenmiştir. Kanada’daki New Brunswick Müzesi’nde sergilenen köpek balığı fosili ise tam 430 milyon yıllıktır. İskeleti üçte bir oranında korunmuş olan fosil, bilinen en eski köpek balığı fosili olma özelliğindedir . Köpek balıklarının atası olarak gösterilen bir canlıdan yüzmilyonlarca yıl öncesine ait köpek balığı fosilleri bulunması aşamalı evrimi geçersiz kılarak yaratılışı doğrulamaktadır.
İlginç bir şekilde, Discovery Channel anlattığı masalların geçersizliğini kendisi ortaya koymaktadır. Belgeselde yorumlarına başvurulan bir uzmanın köpek balığı çeşitliliği hakkında söyledikleri, TV kanalının iddialarının sadece spekülasyona dayandığını açığa çıkarmaktadır:
"Gördüğüm çeşitlilik hakkında bazen çok şaşırıyorum. Özelikle Paleozoik dönemde yaşayan köpek balıklarının bırakın yaşayan, fosil akrabalarının bile olduğunu görmüyoruz."
Fosil kayıtlarında çok çeşitli özelliklerde köpek balıkları bulunması, ancak bunlar arasında evrimsel akraba olabilecek herhangi bir köpek balığının fosilinin bulunmaması, canlıların aniden ortaya çıktıklarını savunan yaratılışı desteklemektedir. Discovery Channel'ın evrim karşıtı bir delili bile evrimci bir üslupla izleyicilerine sunması ise, şaşırtıcı bir bağnazlığın göstergesidir.
Programın dikkat çekici bir yönü de ismiyle içeriği arasında ortaya çıkan çelişkidir. Belgeselde köpek balıklarının hayali evrimine dair ortaya konanlar, Orthacantus balığının anatomisi hakkında verilen kısa bilgiler ve bir iki rekonstrüksiyon resimle sınırlıdır. Bu konuda anlatılanlar 2, belki de 3 dakikayı geçmemektedir. 1 saatlik programın ismini "Köpek balıklarının Evrimi" olarak belirleyen TV kanalı bu konuya iki dakika ayırmakta bunda da sadece masal anlatmaktadır. Discovery Channel’ın yaptığı aldatmaca ortadadır: Fosil kayıtlarında bulunan bir balığı hiç bir kanıtı olmaksızın ‘köpek balığının atası’ olarak göstermek ve bunu bir masalla izleyicilere aktarmak.
Bugünün Serengetisi ve Kompleks Tasarımları Evrimle Açıklama Yanılgısı
Nisan başında evrim masallarının bolca anlatıldığı bir diğer Discovery Channel belgeseli de "Bugünün Serengetisi" olmuştur. İngilizce adı "Wild, Weird Curiosities" olan belgeselde tesadüflerle gerçekleşmiş olması imkansız olan kamuflaj ve savunma sistemleri "evrim oyununda uyum stratejilerin eseri" gibi gösterilmektedir. Ele alınan biyolojik yapıların kompleksliği düşünüldüğünde bunları kör tesadüflerle açıklamaya çalışan Discovery Channel’ın ifadelerinin tamamen akıl dışı olduğu ortaya çıkmaktadır.
Akrep böceği, burnunun ucundaki bir silah sayesinde düşmanlarına zehir fırlatabilmektedir. Bu silah aynı zamanda bir hortum görevi görmekte, böcek bu organı kullanarak başka böceklerin bedenlerindeki sıvıları içebilmektedir. Bir yılanla karşılaştığında ise bunu yılana doğrultarak 30 santime kadar zehirini püskürtmekte ve kendisinden defalarca büyük yılanı kaçırmaktadır. Kör tesadüfler böcek için tam da gerekli olan bölgede, kafasının önünde; gerekli şekilde, ince ve uzun bir organ nasıl meydana getirirler? Yılanı etkileyecek zehirin kimyasal solüsyonu yüzbinlerce ihtimal içinden nasıl olup da doğru karışımla üretilebilmektedir? Kör tesadüfler bu zehrin kimyasal formülünü belirleyip bunu üretecek, üstelik böceğin kendisini öldürmeyecek bir organ nasıl meydana getirebilir? Bunların kör tesadüflere dayalı mutasyonlarla meydana gelemeyeceği açıktır.
Bunlar canlıların kendi çabalarının da ürünü olamaz. Çevrelerine uyum sağlamak için stratejiler planlayıp bu stratejiler doğrultusunda bunları kendi bedenlerinde geliştiremezler. Böyle kompleks sistemlerin uyum stratejisinin sonucu olduğu iddiası bir uyutma taktiğinden başka birşey değildir. Evrim teorisi yeni organları açıklamada rastlantısal mutasyonlara dayanır. Bu mutasyonlar canlının hücrelerindeki DNA'da meydana gelir. DNA moleküllerinin dışarıdaki çevre şartlarından haberdar olup kendilerini buna göre değiştirecek mutasyona uğramayacakları açıktır. Discovery sunucusu Kurt Muendl seyirciyi etkilemek için aksi yönde hikayeler anlatmaktadır, ama bilimsel gerçekleri bilen hiç kimse bu yüzeysel propagandaya itibar etmeyecektir. Evrim masallarıyla açıklanmaya çalışılan bir başka örnek, orkide çiçeğiyle mükemmel bir kamuflaj sağlayan mantis böceği ile ilgilidir. Mantis böceği orkidenin beyaz rengini taşımaktadır. Dahası, çiçeğin merkezinde özel bir şekilde pozisyon alarak çiçeğin organlarını mükemmel bir şekilde taklit edebilmektedir. Böylece çiçeğe konan böcekleri kolaylıkla yakalayıp beslenebilmektedir.
Discovery Channel orkide için ‘tabiatın başyapıtlarındandır’ tanımlamasını yapmakta, mantisin kamuflajı için de şöyle bir yorum yapmaktadır: "Türlerin evrimi sözkonusu olunca böyle kamuflajların ortaya çıkması normaldir".
Oysa orkidedeki estetiğin kör tesadüfler sonucu ortaya çıktığının savunulması tamamen mantık dışıdır. Estetik yapılar bir sanatçının varlığını haber verirler ve tesadüfi olaylarla açıklanmaları mümkün değildir. Örneğin ABD başkanlarının yüzlerinin kazındığı Rushmore tepesine baktığımızda bunun bilinçli bir şekilde heykeltraşlar tarafından yapıldığını hemen anlarız. Orkide’nin yaprak tasarımı ve gözalıcı renkleri sözkonusu olduğunda da durum aynıdır: Ancak bilinçli tasarımla açıklanabilirler. Orkidenin kör tesadüflerle ortaya çıktığını kabul etmek, Mona Lisa tablosunun rasgele dökülen boyalarla ortaya çıktığını kabul etmeye benzer. Mantis böceğinin de tamamen aynı tonda renge sahip olması, üstelik orkidenin organlarını taklit edecek beden tasarımına sahip olması, kör tesadüflerin benzer görünümü iki defa ortaya çıkardığını kabul etmeyi gerektirir ki bu, mantığa tamamen aykırıdır.
Sonuç
Discovery Channel’ın bu üç belgeselinde "evrim" kelimesi oldukça sık telaffuz edilmesine rağmen bu sözde "evrimlerin" hangi aşamalarla gerçekleşmiş olabileceği hakkında en küçük bir açıklama getirilmediği, sadece Discovery yorumcularının gördükleri herşeyi evrim masallarıyla anlatmaya çalıştıkları görülmektedir. Aslında Discovery Channel’ın yayın politikası genel olarak değerlendirildiğinde hiçbir programda bilimsel kanıt göstermediği, daha doğrusu böyle bir endişe taşımadığı görülmektedir. Çünkü TV kanalının Darwinizm’e bilimsel değil ideolojik bağlılığı vardır ve bilimi ideolojisini yaymada sadece bir araç olarak kullanmaktadır. Ancak Discovery Channel bilmelidir ki, bu körü körüre propaganda bir işe yaramayacak, Darwinizm'i çöküşten kurtaramayacaktır.
Discovery Channel / 28.04.04
Discovery Channel ''Eğer Ay Olmasaydı'' Belgeselindeki Önemli Yanılgılar
Belgeselde 3.8 milyar yıl kadar önce Ay'a bir gök cisminin çarptığı ve bunun da dünyada yaşamın sözde rastlantısal başlangıcına yol açtığı öne sürüldü. İddiaya göre söz konusu çarpışma ilkel atmosferi yaşamın evrimi için uygun hale getirmişti. Elbette ki bu iddia hiçbir bilimsel dayanağı olmayan bir spekülasyondan ibarettir.
Yaşam bu belgeselde yansıtıldığı gibi sadece bir "uygun atmosfer" koşuluna bağımlı değildir. Yaşamın dayandığı kompleks organizasyonu kendiliğinden meydana getirebilecek hiçbir doğal sebep bulunmamaktadır. Bu kompleks tasarımın rastlantısal olarak ortaya çıkması da matematiksel olarak imkansızdır. Dahası, yaşam maddeye indirgenemeyen nitelikte bilgiye ve koda sahiptir.
Belgeselde 3.8 milyar yıl kadar önce Ay'a bir gök cisminin çarptığı ve bunun da dünyada yaşamın sözde rastlantısal başlangıcına yol açtığı öne sürüldü. İddiaya göre söz konusu çarpışma ilkel atmosferi yaşamın evrimi için uygun hale getirmişti. Elbette ki bu iddia hiçbir bilimsel dayanağı olmayan bir spekülasyondan ibarettir.
Yaşam bu belgeselde yansıtıldığı gibi sadece bir "uygun atmosfer" koşuluna bağımlı değildir. Yaşamın dayandığı kompleks organizasyonu kendiliğinden meydana getirebilecek hiçbir doğal sebep bulunmamaktadır. Bu kompleks tasarımın rastlantısal olarak ortaya çıkması da matematiksel olarak imkansızdır. Dahası, yaşam maddeye indirgenemeyen nitelikte bilgiye ve koda sahiptir.
Discovery Channel / 11.04.03
Discovery Channel'ın Gizlediği Meyve Sineği Gerçekleri
11 Nisan 2003 günü Discovery Channel'da "Süper Sinek" isimli bir belgesel yayınlandı. Programda Drosophilia melanogaster türü meyve sineklerinin genetik biliminin gelişiminde oynadığı rol konu ediliyordu. 1900'lü yılların başında Thomas H. Morgan isimli bilim adamının çalışmalarından başlayarak, günümüze değin çeşitli genetik araştırmalarda kullanılan meyve sineğinin aracı olduğu önemli bilimsel ilerlemeler anlatıldı. Ancak Discovery Channel, anlattığı her canlıyı evrim propagandasına malzeme yapma alışkanlığını bu programda bir kez daha ortaya koydu. Üstelik yine masal anlatarak ve gerçeklerin üstünü örterek...
Belgeselde ağırlıklı olarak Thomas H. Morgan'ın çalışmaları üzerinde duruldu. Discovery Channel bu çalışmaların amacını şöyle aktarıyordu:
"Darwin teorisini elli yıl önce geliştirmişti. Morgan laboratuvarında bunu test etmek istiyordu: Evrim nasıl gerçekleşmişti onu çözecekti"
Discovery Channel bu ifadelerle evrim bilimsel bir gerçekmiş ve laboratuvar ortamında gözlemlenebilirmiş gibi bir izlenim oluşturmaya çalışıyordu. Aynı zamanda meyve sinekleri üzerinde yapılan çalışmaların sözde evrimi kanıtladığı gibi bir mesaj da veriyordu.
Oysa meyve sinekleri üzerinde yapılan çalışmalar; evrim teorisini doğrulayan değil geçersiz kılan sonuçlar ortaya koymuştur:
1. Öncelikle teorinin dayandığı mutasyonların canlı türlerini geliştirerek onları evrimleştiren özellikte olmadığı anlaşılmıştır. Rasgele mutasyonlar etkili oldukları zaman canlıları geliştirmek yerine onları sakat bırakmakta veya canlının ölümüne yol açmaktadır. (Evrimciler bazı mutasyonların faydalı olduğunu ileri sürmektedirler. Oysa bu konuda verdikleri örnekler son derece yanıltıcıdır. Mutasyonların gerçek etkisi için bkz (http://www.darwinizminsonu.com/mekanizmalar06.html)
2. Bir başka önemli engel, mutasyonların sonraki nesle aktarılmaları için sadece cinsiyet hücrelerinde gerçekleşme mecburiyeti olmasıdır. Bu kadar engele ve başarısız deney tecrübesine rağmen yararlı bir mutasyon olacağı farzedilse bile cinsiyet hücresi dışında meydana gelmesi durumunda mutasyonun etkileri sonraki nesillere aktarılamayacak dolayısıyla 'etkisiz' hale gelecektir.
3. Dahası hücre kopyalanması sırasında hatalı kopyalamalar kontrol edilmekte ve tamir edilmektedir. Bu da mutasyonların büyük bir bölümünü ortadan kaldırır.
4. Evrim teorisi basitten komplekse doğru bir evrim süreci olduğunu iddia etmektedir. Ancak hiçbir mutasyonun organizmaya bilgi eklemediği, mutasyonların daima yıkıcı oldukları görülmüştür.
Bu deneylerin başarısız sonuçları birçok evrimci tarafından çeşitli defalar itiraf edilmiştir. Bu itiraflardan bazıları şunlardır:
Prof. R. Goldschmidt (Zoolog, California Üniversitesi):
"Şimdiye kadar hiç kimsenin makro mutasyonlar yolu ile yeni bir tür ya da cins üretemediği bir gerçektir. Seçilmiş mikro mutasyonlar yoluyla dahi tek bir tür bile oluşturulamadığı da doğrudur. En iyi bilinen Drosophila (meyve sineği) gibi organizmalarda bile sayısız mutasyon bilinmektedir. Eğer herhangi bir organizma üzerinde bu binlerce mutasyonun bir kombinasyonunu yapabilseydik, yine de doğada bulunan herhangi bir türle benzerlik gösteren bir tür üretemezdik"
Michael Pitman:
"Sayısız genetikçi meyve sineklerini nesiller boyunca sayısız mutasyonlara maruz bıraktılar. Peki sonuçta insan yapımı bir evrim mi ortaya çıktı? Maalesef hayır. Genetikçilerin yarattıkları canavarlardan sadece pek azı beslendikleri şişelerin dışında yaşamlarını sürdürebildiler. Pratikte mutasyona uğratılmış olan tüm sinekler ya öldüler, ya sakat kaldılar ya da kısır oldular"
Gordon Taylor (Evrimci genetikçi) :
"Bu, çok çarpıcı ama bu kadar da gözden kaçırılan bir gerçektir: Altmış yıldır dünyanın dört bir yanındaki genetikçiler evrimi kanıtlamak için meyve sinekleri yetiştiriyorlar. Ama hala bir türün, hatta tek bir enzimin bile ortaya çıkışını gözlemlemiş değiller"
Öte yandan, sineğin genetik özellikleri bir yana tasarımındaki mükemmellik tek başına canlılığın tesadüf eseri olamayacağını göstermektedir. Saniyede 200 defa kanat çırpan, cama ve tavana konabilen, en gelişmiş uçaklardan bile üstün manevra yeteneğine sahip bir tasarımın tesadüflerle meydana gelmiş olabileceğini savunmak, bir atelyeye yerleştirilecek şempanzelerin buradaki malzemelerle gelişmiş bir savaş uçağı üretebileceğini savunmaktan daha akıl dışıdır. Discovery Channel kör tesadüflerin kompleks tasarımlar meydana getirmesinin imkansız olduğunu, bunların ancak bilinçli tasarım yani yaratılışla açıklanabilir olduğunu kabul etmelidir.
11 Nisan 2003 günü Discovery Channel'da "Süper Sinek" isimli bir belgesel yayınlandı. Programda Drosophilia melanogaster türü meyve sineklerinin genetik biliminin gelişiminde oynadığı rol konu ediliyordu. 1900'lü yılların başında Thomas H. Morgan isimli bilim adamının çalışmalarından başlayarak, günümüze değin çeşitli genetik araştırmalarda kullanılan meyve sineğinin aracı olduğu önemli bilimsel ilerlemeler anlatıldı. Ancak Discovery Channel, anlattığı her canlıyı evrim propagandasına malzeme yapma alışkanlığını bu programda bir kez daha ortaya koydu. Üstelik yine masal anlatarak ve gerçeklerin üstünü örterek...
Belgeselde ağırlıklı olarak Thomas H. Morgan'ın çalışmaları üzerinde duruldu. Discovery Channel bu çalışmaların amacını şöyle aktarıyordu:
"Darwin teorisini elli yıl önce geliştirmişti. Morgan laboratuvarında bunu test etmek istiyordu: Evrim nasıl gerçekleşmişti onu çözecekti"
Discovery Channel bu ifadelerle evrim bilimsel bir gerçekmiş ve laboratuvar ortamında gözlemlenebilirmiş gibi bir izlenim oluşturmaya çalışıyordu. Aynı zamanda meyve sinekleri üzerinde yapılan çalışmaların sözde evrimi kanıtladığı gibi bir mesaj da veriyordu.
Oysa meyve sinekleri üzerinde yapılan çalışmalar; evrim teorisini doğrulayan değil geçersiz kılan sonuçlar ortaya koymuştur:
1. Öncelikle teorinin dayandığı mutasyonların canlı türlerini geliştirerek onları evrimleştiren özellikte olmadığı anlaşılmıştır. Rasgele mutasyonlar etkili oldukları zaman canlıları geliştirmek yerine onları sakat bırakmakta veya canlının ölümüne yol açmaktadır. (Evrimciler bazı mutasyonların faydalı olduğunu ileri sürmektedirler. Oysa bu konuda verdikleri örnekler son derece yanıltıcıdır. Mutasyonların gerçek etkisi için bkz (http://www.darwinizminsonu.com/mekanizmalar06.html)
2. Bir başka önemli engel, mutasyonların sonraki nesle aktarılmaları için sadece cinsiyet hücrelerinde gerçekleşme mecburiyeti olmasıdır. Bu kadar engele ve başarısız deney tecrübesine rağmen yararlı bir mutasyon olacağı farzedilse bile cinsiyet hücresi dışında meydana gelmesi durumunda mutasyonun etkileri sonraki nesillere aktarılamayacak dolayısıyla 'etkisiz' hale gelecektir.
3. Dahası hücre kopyalanması sırasında hatalı kopyalamalar kontrol edilmekte ve tamir edilmektedir. Bu da mutasyonların büyük bir bölümünü ortadan kaldırır.
4. Evrim teorisi basitten komplekse doğru bir evrim süreci olduğunu iddia etmektedir. Ancak hiçbir mutasyonun organizmaya bilgi eklemediği, mutasyonların daima yıkıcı oldukları görülmüştür.
Bu deneylerin başarısız sonuçları birçok evrimci tarafından çeşitli defalar itiraf edilmiştir. Bu itiraflardan bazıları şunlardır:
Prof. R. Goldschmidt (Zoolog, California Üniversitesi):
"Şimdiye kadar hiç kimsenin makro mutasyonlar yolu ile yeni bir tür ya da cins üretemediği bir gerçektir. Seçilmiş mikro mutasyonlar yoluyla dahi tek bir tür bile oluşturulamadığı da doğrudur. En iyi bilinen Drosophila (meyve sineği) gibi organizmalarda bile sayısız mutasyon bilinmektedir. Eğer herhangi bir organizma üzerinde bu binlerce mutasyonun bir kombinasyonunu yapabilseydik, yine de doğada bulunan herhangi bir türle benzerlik gösteren bir tür üretemezdik"
Michael Pitman:
"Sayısız genetikçi meyve sineklerini nesiller boyunca sayısız mutasyonlara maruz bıraktılar. Peki sonuçta insan yapımı bir evrim mi ortaya çıktı? Maalesef hayır. Genetikçilerin yarattıkları canavarlardan sadece pek azı beslendikleri şişelerin dışında yaşamlarını sürdürebildiler. Pratikte mutasyona uğratılmış olan tüm sinekler ya öldüler, ya sakat kaldılar ya da kısır oldular"
Gordon Taylor (Evrimci genetikçi) :
"Bu, çok çarpıcı ama bu kadar da gözden kaçırılan bir gerçektir: Altmış yıldır dünyanın dört bir yanındaki genetikçiler evrimi kanıtlamak için meyve sinekleri yetiştiriyorlar. Ama hala bir türün, hatta tek bir enzimin bile ortaya çıkışını gözlemlemiş değiller"
Öte yandan, sineğin genetik özellikleri bir yana tasarımındaki mükemmellik tek başına canlılığın tesadüf eseri olamayacağını göstermektedir. Saniyede 200 defa kanat çırpan, cama ve tavana konabilen, en gelişmiş uçaklardan bile üstün manevra yeteneğine sahip bir tasarımın tesadüflerle meydana gelmiş olabileceğini savunmak, bir atelyeye yerleştirilecek şempanzelerin buradaki malzemelerle gelişmiş bir savaş uçağı üretebileceğini savunmaktan daha akıl dışıdır. Discovery Channel kör tesadüflerin kompleks tasarımlar meydana getirmesinin imkansız olduğunu, bunların ancak bilinçli tasarım yani yaratılışla açıklanabilir olduğunu kabul etmelidir.
Discovery Channel / 01.02.03
Discovery Channel'da ''Mitokondriyel Havva'' Yanılgısı
Discovery Channel, geçtiğimiz günlerde "Real Eve" (Gerçek Havva) isimli bir belgesel yayınladı. Belgeselde, Afrika’da sözde evrimle ortaya çıkan günümüz insanının dünyaya yayılışı hakkında hayali senaryolar ortaya konuyordu.
Ancak bilimsel bulgular insanın evriminin sadece bir hayal olduğunu göstermekte ve Discovery Channel’da ortaya konan iddiaların asılsız olduğunu ortaya koymaktadır. Bu yazıda sözkonusu TV kanalının, içine düştüğü bilimsel yanılgılar gözler önüne serilecektir.
Program, günümüzde yaşayan tüm insan ırklarının 130.000 yıl önce Afrika’da yaşamış bir kadından türediği, bu kadının da sözde evrimle ortaya çıkmış Homo sapiens’in ilk temsilcisi olduğu iddiasıyla başlamaktadır. Sözkonusu kadınla ilgili tahminler mitokondriyal DNA analizlerine dayandırıldığı için bu hayali kadına "mitokondriyal Havva" ismi verilmektedir.
Büyük beyne sahip bu insanların, belki de kendilerine yeni kaynaklar bulmak amacıyla 80.000 yıl önce kıtayı terk ederek dünyaya yayılmaya başladığı ileri sürülmektedir. İlkel kıyafetler giydirilmiş bir grup insanla, muhtemel göç yolları ve göçler sırasında yaşanmış olabilecek olaylar temsil edilmektedir. İklim değişiklikleri, Neandertaller ve modern insan ilişkileri gibi konuların yanısıra bazı fosil bulgularından söz edilmektedir. Tüm bunlarla verilen Darwinist mesaj ise, günümüzde yaşayan herkesin evrimleşmiş bir canlı olduğu ve bu sözde evrimin izlerinin genlerde görülebildiği iddiasıdır.
Ancak iddialara kanıt olduğu söylenen genetik veriler, objektif bilimsel bulgular değil, evrimci önyargılarla yorumlanmış yani çarpıtılmış verilerdir. Üstelik genler üzerinde yapılan bu tür yorumların gerçekçi bir zemini de yoktur.
Bunun en belirgin örneği, programdaki evrimci iddiaların çıkış noktası olan "mitokondriyal DNA" (mtDNA) kavramıdır. Programda söz edilen iddialarda hep mitokondriyal DNA analizleri ön plana çıkmaktadır. Homo sapiens’in 130.000 yıl önce Afrika’da ortaya çıktığı, Amerikalılar'ın kıtaya ilk olarak 20.000 yıl önce geldiği iddialarında ve Afrika’dan yayılan insanların göç yolları üzerindeki tahminlerde hep mtDNA’dan yola çıkılmaktadır.
Oysa mitokondriyal DNA'ya dayalı yaş analizleri, çok yakın zamanda bilimsel olarak çürümüştür!
Yakın zamana dek mtDNA’nın sadece annelerden aktarıldığı, böylelikle nesilden nesile bir kadının mtDNAsı'nın izlenebileceği düşünülüyordu. Evrim biyologları mtDNA analizlerine sıklıkla başvuruyor ve mtDNA’ya bakarak canlıların ortaya çıkışı hakkında bazı tahminler ortaya koyuyordu. Ancak evrimi bir dogma olarak benimsediklerinden mtDNA verilerini taraflı bir şekilde yorumluyorlardı. İnceledikleri mtDNA örnekleri arasındaki farklılıkların mutasyonlarla meydana gelmiş olması gerektiğini şart koşuyorlardı.
Oysa geçtiğimiz yıl ortaya çıkarılan bir gerçek, bu analizlerin güvenilirliğini temelden yıktı. Çünkü mitokondrinin babadan da aktarılabildiği ortaya çıktı. Ünlü New Scientistdergisinde "Mitokondri hem Anneden hem de Babadan Aktarılabiliyor" başlığıyla verilen haberde Danimarkalı bir hastanın, mitokondrilerini %90 oranında babasından aldığının anlaşıldığı anlatılıyordu. Bu durumda evrim senaryolarına destek olarak gösterilen tüm mtDNA araştırmalarının gerçekte bir anlam ifade etmediği ortaya çıkıyordu. New Scientist, bu durumu şöyle itiraf ediyordu:
Discovery Channel, geçtiğimiz günlerde "Real Eve" (Gerçek Havva) isimli bir belgesel yayınladı. Belgeselde, Afrika’da sözde evrimle ortaya çıkan günümüz insanının dünyaya yayılışı hakkında hayali senaryolar ortaya konuyordu.
Ancak bilimsel bulgular insanın evriminin sadece bir hayal olduğunu göstermekte ve Discovery Channel’da ortaya konan iddiaların asılsız olduğunu ortaya koymaktadır. Bu yazıda sözkonusu TV kanalının, içine düştüğü bilimsel yanılgılar gözler önüne serilecektir.
Program, günümüzde yaşayan tüm insan ırklarının 130.000 yıl önce Afrika’da yaşamış bir kadından türediği, bu kadının da sözde evrimle ortaya çıkmış Homo sapiens’in ilk temsilcisi olduğu iddiasıyla başlamaktadır. Sözkonusu kadınla ilgili tahminler mitokondriyal DNA analizlerine dayandırıldığı için bu hayali kadına "mitokondriyal Havva" ismi verilmektedir.
Büyük beyne sahip bu insanların, belki de kendilerine yeni kaynaklar bulmak amacıyla 80.000 yıl önce kıtayı terk ederek dünyaya yayılmaya başladığı ileri sürülmektedir. İlkel kıyafetler giydirilmiş bir grup insanla, muhtemel göç yolları ve göçler sırasında yaşanmış olabilecek olaylar temsil edilmektedir. İklim değişiklikleri, Neandertaller ve modern insan ilişkileri gibi konuların yanısıra bazı fosil bulgularından söz edilmektedir. Tüm bunlarla verilen Darwinist mesaj ise, günümüzde yaşayan herkesin evrimleşmiş bir canlı olduğu ve bu sözde evrimin izlerinin genlerde görülebildiği iddiasıdır.
Ancak iddialara kanıt olduğu söylenen genetik veriler, objektif bilimsel bulgular değil, evrimci önyargılarla yorumlanmış yani çarpıtılmış verilerdir. Üstelik genler üzerinde yapılan bu tür yorumların gerçekçi bir zemini de yoktur.
Bunun en belirgin örneği, programdaki evrimci iddiaların çıkış noktası olan "mitokondriyal DNA" (mtDNA) kavramıdır. Programda söz edilen iddialarda hep mitokondriyal DNA analizleri ön plana çıkmaktadır. Homo sapiens’in 130.000 yıl önce Afrika’da ortaya çıktığı, Amerikalılar'ın kıtaya ilk olarak 20.000 yıl önce geldiği iddialarında ve Afrika’dan yayılan insanların göç yolları üzerindeki tahminlerde hep mtDNA’dan yola çıkılmaktadır.
Oysa mitokondriyal DNA'ya dayalı yaş analizleri, çok yakın zamanda bilimsel olarak çürümüştür!
Yakın zamana dek mtDNA’nın sadece annelerden aktarıldığı, böylelikle nesilden nesile bir kadının mtDNAsı'nın izlenebileceği düşünülüyordu. Evrim biyologları mtDNA analizlerine sıklıkla başvuruyor ve mtDNA’ya bakarak canlıların ortaya çıkışı hakkında bazı tahminler ortaya koyuyordu. Ancak evrimi bir dogma olarak benimsediklerinden mtDNA verilerini taraflı bir şekilde yorumluyorlardı. İnceledikleri mtDNA örnekleri arasındaki farklılıkların mutasyonlarla meydana gelmiş olması gerektiğini şart koşuyorlardı.
Oysa geçtiğimiz yıl ortaya çıkarılan bir gerçek, bu analizlerin güvenilirliğini temelden yıktı. Çünkü mitokondrinin babadan da aktarılabildiği ortaya çıktı. Ünlü New Scientistdergisinde "Mitokondri hem Anneden hem de Babadan Aktarılabiliyor" başlığıyla verilen haberde Danimarkalı bir hastanın, mitokondrilerini %90 oranında babasından aldığının anlaşıldığı anlatılıyordu. Bu durumda evrim senaryolarına destek olarak gösterilen tüm mtDNA araştırmalarının gerçekte bir anlam ifade etmediği ortaya çıkıyordu. New Scientist, bu durumu şöyle itiraf ediyordu:
"Evrim biyologları, türlerin birbirinden ayrılmasını mitokondriyal DNA dizilerindeki farklılıklardan yola çıkarak tarihlendiriyorlardı. Mitokondriyal DNA'nın çok nadiren de olsa babadan aktarılması, çalışmalarının çoğunu geçersiz kılmaya yeterli olacaktır." ( 23 Ağustos 2002: http://www.newscientist.com/news/news.jsp?id=ns99992716 )
Dolayısıyla Discovery Channel’da yer alan "Mitokondriyal Havva" tezi de, yukarıda aktarılan bulguyla geçersiz kılınan bir tezdir. Discovery Channel gibi evrimci kaynaklar, yeryüzünde yayılmış farklı insanların genetik özelliklerini kendi önyargıları doğrultusunda yorumlamakta ve teorilerine pay çıkarmaktadırlar. Genetik analizlere dayandırılan evrim iddiaları bu yüzden geçersizdir.
Evrimcilerin Afrika’dan çıkış teorilerine dayanak gösterdikleri bir başka araştırma yöntemi de Y-kromozomu analizidir. Bu analiz yöntemi sadece babadan aktarılan Y-kromozumunun incelenmesine dayanmaktadır. Oysa Y-kromozomu ve mtDNA analizlerinin sonuçları karşılaştırıldığında evrim iddialarının tutarsızlığı daha da belirginleşmektedir. Ayrıca genetik analizlere dayalı tarihlendirmelere birçok paleontolog şiddetle karşı çıkmaktadır. Paleontolojik kanıtlar, mtDNA ve Y-kromozumu analizleri tam bir çatışma içindedir.
Y-kromozomu analizi kullanarak farklı insan ırklarındaki genleri incelemiş olan Spencer Wells isimli araştırmacı, tüm insanların Afrika’dan 60.000 yıl önce çıkan bir atadan geldiğini ileri sürmektedir. Fosilleri temel alan paleontologlar, bu çıkışın 40.000 yıl daha erken gerçekleştiğini iddia etmektedir. Genetik analizlerle ortaya çıkan tarihlerle fosil kayıtları arasında büyük bir fark olduğu açıktır. George Washington Üniversitesi paleoantropoloğu Alison Brooks, "Bu tarihler fosil kayıtlarında ortaya çıkan göçlerin coğrafyası veya sırasıyla uygun düşmemektedir" demektedir. (National Geographic News, "Journey" Redraws Humans' Family Tree", 13 Aralık 2002:
http://news.nationalgeographic.com/news/2002/12/1212_021213_journeyofman.html)
Y-kromozomu analiziyle mitokondriyal DNA analizi arasındaki fark daha da büyüktür. Mitokondriyal DNA gözönüne alınarak yapılan araştırmalar bu çıkışı tam 90.000 yıl geriye, 150.000 yıl öncesine atmaktadır.
Görüldüğü gibi Discovery Channel’da konu edilen Afrika’dan çıkış teorileri üzerinde evrimciler arasında bile bir anlaşma yoktur. Hatta birçok evrimci antropolog ve paleontolog Afrika’dan çıkış teorisinin tamamen karşısındadır. Alan Thorne ve Milford Wolpoff gibi araştırmacıların başını çektiği bir grup bilim adamı, çok-bölgeli teoriyi savunmakta ve "mitokondriyal Havva" tezinin kesinlikle bir hayalden ibaret olduğunu belirten bulgular ortaya koymaktadırlar. Alan Thorne tarafından Avustralya’da bulunan 68.000 yıllık Mungo Adamı Afrika’dan çıkış teorilerine ve elbette "Mitokondriyal Havva" tezine ciddi bir darbe oluşturmaktadır. (http://cogweb.ucla.edu/EP/Mungo_Man.html)
Ortada bu kadar çok ve birbiriyle tamamen çatışan tez bulunmasının nedeni ise, ileri sürülen evrim senaryolarının tamamen hayali ve gerçek dışı olmasıdır. Gerçekten yaşanmış bir evrim süreci olmadığı için, herkes kendine göre ayrı bir senaryo kurgulamaktadır.
Mutasyon ve Moleküler Saat Yanılgısı
Discovery Channel’daki programda Amerikalıların kıtaya ilk olarak ne zaman gelmiş olabilecekleri hakkında da bazı spekülasyonlar ortaya konmaktadır. İlk kez 15.000 yıl önce gerçekleştiği zannedilen bu göçün, bazı DNA analizlerinden sonra 5.000 yıl geriye çekilerek 20.000 yıl öncesine alındığı anlatılmaktadır. Konuyla ilgili yorumları alınan bir araştırmacı, Berring boğazı yoluyla Amerika’ya geçenler ile Asya kıtasında kalanlar arasında bir mutasyon farkı tespit edildiğini söylemektedir. Daha sonra araştırmacı evrimcilerin sıkça başvurduğu "moleküler saat"le ilgili bir yorum yapmakta ve "bir mutasyonun 20.000 yılda bir gerçekleştidiği göz önüne alınırsa" şeklinde bir ifade kullanmaktadır. Ancak bu yorum hiç bir bilimsel dayanağı olmayan evrimci bir kurgulamadan ibarettir: Genlerdeki mutasyonları izlemede kullanılan moleküler saat kavramı önyargılarla oluşturulmuş, gerçekte bir anlam ifade etmeyen bir kavramdır.
Evrimcilerin genetik verileri çarpıtmada sıkça başvurduğu bu kavramı biraz ele almak yerinde olacaktır.
Söz konusu moleküler saat hipotezi, canlı türlerinin proteinlerindeki aminoasitlerin veya genlerindeki nükleotidlerin belli hızda değiştiğini varsayar. Bu hipotez evrim teorisini baştan doğru kabul ederek yola çıkar. Discovery Channel’da dile getirilen, insanlarda 20.000 yılda bir kez mutasyon gerçekleştiği iddiası bu hipoteze dayanır. Evrimciler ortak bir atadan evrimleştiği varsayılan şempanze ve insan mitokondrilerine bakarak farklı nükleotidleri belirlerler. İnsan ve şempanzenin yaklaşık 6 milyon yıl önce ayrıldıklarını farz ettiklerinden 6 milyon yılı farklı nükleotidlerin sayısına bölerler. Böylelikle ortaya bir tür hayali mutasyon cetveli çıkarmış olurlar.
Elbette bu iddialar sadece evrimci varsayımlara dayalıdır ve bilimsel gerçekler karşısında hiçbir anlam ifade etmemektedir. (Detaylı bilgi için bkz. "Hayatın Gerçek Kökeni", Harun Yahya, Global Yayıncılık, İstanbul, 2000)
Moleküler saatin ‘ayarlanması’ tamamen evrimcilerin önyargılarına kalmaktadır. Nitekim bu nedenle söz konusu "saat" sabit de değildir: Ünlü Science dergisinde yayınlanan bir araştırmada yeni bir moleküler saate göre "Mitokondriyal Havva"nın sadece 6.000 yıl önce yaşamış olması gerektiği iddia edilmiştir. (Gibbons, A. ‘Calibrating the Mitochondrial Clock’. Science 279(5347):28-29, Ocak 2, 1998)
Tüm bunlar Discovery Channel’da verilen "Mitokondriyal Havva" tezinin hiçbir anlam ifade etmediğini ortaya çıkarmaktadır. Bu tezin özü şudur: Darwinizm illüzyonuna kapılmış evrimciler doğal olarak genlere de bu illüzyonun etkisiyle bakmakta ve görmek istediklerini görmektedirler.
Neandertal Yanılgısı
Afrika’dan çıkış senaryolarının ele alındığı bölümde, günümüz insanlarının Avrupa’ya geldiklerinde Neandertallerle karşılaştıkları da anlatılmakta ve Neandertaller hakkında kısa bilgiler verilmektedir. Neandertallerin bir insan ırkı olduğu kabul edilmesine rağmen, Neandertal Adamı, ilkel bir tür olarak gösterilmektedir. Discovery Channel ekranlarında yapılan temsili canlandırmalar, Neanderrthal Adamı’nı, konuşmak yerine çığlıklar atan, bir kurt gibi uluyan ve vahşi görünümlü bir insan olarak göstermektedir.
Oysa Neandertal anatomisi ve kültürü alanında yapılan bulgular, Neandertal Adamı’nın ilkel bir yönü olmadığını; günümüz insanları gibi yaşayan, düşünen, konuşan, kültür ve medeniyete sahip bir insan ırkı olduğunu kanıtlamıştır.
Bu konudaki evrimci çarpıtma, 19. yüzyıla uzanır. Neandertal Adamı’na ait ilk fosil 1856 yılında bulunmuştur. Marcelline Boule isimli Fransız anatomistin iskeletin rekonstrüksiyonunda yaptığı çarpıtmalar, Neandertal Adamı’nın kaba, kültürü olmayan, kambur yürüyen bir maymun adam olarak tanınmasına yol açmıştır. Hatta İngilizce’de Neanderthal kelimesi bir sıfat olarak yerleşmiş ve "kaba, cahil", anlamlarında kullanılır olmuştur. Ancak yeni Neandertal bulgularıyla tüm bunların bir yanlış anlama olduğu ortaya çıkmış ve Neandertallerin bir maymun adam olduğu fikri artık tamamen terkedilmiştir.
Discovery Channel yine de bu konuyu Darwinizm propagandasına alet etmekte ve Neandertal Adamı hakkında "insana şempanzeden 10 kat daha yakın" şeklinde tamamen anlamsız ve hayali bir benzetme yaparak onu evrimle ortaya çıkmış bir canlı olarak göstermeye çalışmaktadır.
Sonuç
Discovery Channel ekranlarında yayınlanan "Mitokondriyal Havva" belgeseli büyük bir yanılgıdan ibarettir. Konuya kanıt olarak gösterilen analizler evrimci önyargıları yansıtmaktan başka bir anlam taşımamaktadırlar. Discovery Channel’ın bilimsel gerçekleri gözardı ederek sürdürdüğü Darwinist propaganda tamamen çürüktür. Ne Homo sapiens sapiens (günümüz insanı), ne de Neandertal Adamı evrimle ortaya çıkmış türlerdir. Her ikisi de Allah’ın yarattığı ve düşünme ve konuşma gibi üstün yetenekler bahşettiği insanlardır.
Dolayısıyla Discovery Channel’da yer alan "Mitokondriyal Havva" tezi de, yukarıda aktarılan bulguyla geçersiz kılınan bir tezdir. Discovery Channel gibi evrimci kaynaklar, yeryüzünde yayılmış farklı insanların genetik özelliklerini kendi önyargıları doğrultusunda yorumlamakta ve teorilerine pay çıkarmaktadırlar. Genetik analizlere dayandırılan evrim iddiaları bu yüzden geçersizdir.
Evrimcilerin Afrika’dan çıkış teorilerine dayanak gösterdikleri bir başka araştırma yöntemi de Y-kromozomu analizidir. Bu analiz yöntemi sadece babadan aktarılan Y-kromozumunun incelenmesine dayanmaktadır. Oysa Y-kromozomu ve mtDNA analizlerinin sonuçları karşılaştırıldığında evrim iddialarının tutarsızlığı daha da belirginleşmektedir. Ayrıca genetik analizlere dayalı tarihlendirmelere birçok paleontolog şiddetle karşı çıkmaktadır. Paleontolojik kanıtlar, mtDNA ve Y-kromozumu analizleri tam bir çatışma içindedir.
Y-kromozomu analizi kullanarak farklı insan ırklarındaki genleri incelemiş olan Spencer Wells isimli araştırmacı, tüm insanların Afrika’dan 60.000 yıl önce çıkan bir atadan geldiğini ileri sürmektedir. Fosilleri temel alan paleontologlar, bu çıkışın 40.000 yıl daha erken gerçekleştiğini iddia etmektedir. Genetik analizlerle ortaya çıkan tarihlerle fosil kayıtları arasında büyük bir fark olduğu açıktır. George Washington Üniversitesi paleoantropoloğu Alison Brooks, "Bu tarihler fosil kayıtlarında ortaya çıkan göçlerin coğrafyası veya sırasıyla uygun düşmemektedir" demektedir. (National Geographic News, "Journey" Redraws Humans' Family Tree", 13 Aralık 2002:
http://news.nationalgeographic.com/news/2002/12/1212_021213_journeyofman.html)
Y-kromozomu analiziyle mitokondriyal DNA analizi arasındaki fark daha da büyüktür. Mitokondriyal DNA gözönüne alınarak yapılan araştırmalar bu çıkışı tam 90.000 yıl geriye, 150.000 yıl öncesine atmaktadır.
Görüldüğü gibi Discovery Channel’da konu edilen Afrika’dan çıkış teorileri üzerinde evrimciler arasında bile bir anlaşma yoktur. Hatta birçok evrimci antropolog ve paleontolog Afrika’dan çıkış teorisinin tamamen karşısındadır. Alan Thorne ve Milford Wolpoff gibi araştırmacıların başını çektiği bir grup bilim adamı, çok-bölgeli teoriyi savunmakta ve "mitokondriyal Havva" tezinin kesinlikle bir hayalden ibaret olduğunu belirten bulgular ortaya koymaktadırlar. Alan Thorne tarafından Avustralya’da bulunan 68.000 yıllık Mungo Adamı Afrika’dan çıkış teorilerine ve elbette "Mitokondriyal Havva" tezine ciddi bir darbe oluşturmaktadır. (http://cogweb.ucla.edu/EP/Mungo_Man.html)
Ortada bu kadar çok ve birbiriyle tamamen çatışan tez bulunmasının nedeni ise, ileri sürülen evrim senaryolarının tamamen hayali ve gerçek dışı olmasıdır. Gerçekten yaşanmış bir evrim süreci olmadığı için, herkes kendine göre ayrı bir senaryo kurgulamaktadır.
Mutasyon ve Moleküler Saat Yanılgısı
Discovery Channel’daki programda Amerikalıların kıtaya ilk olarak ne zaman gelmiş olabilecekleri hakkında da bazı spekülasyonlar ortaya konmaktadır. İlk kez 15.000 yıl önce gerçekleştiği zannedilen bu göçün, bazı DNA analizlerinden sonra 5.000 yıl geriye çekilerek 20.000 yıl öncesine alındığı anlatılmaktadır. Konuyla ilgili yorumları alınan bir araştırmacı, Berring boğazı yoluyla Amerika’ya geçenler ile Asya kıtasında kalanlar arasında bir mutasyon farkı tespit edildiğini söylemektedir. Daha sonra araştırmacı evrimcilerin sıkça başvurduğu "moleküler saat"le ilgili bir yorum yapmakta ve "bir mutasyonun 20.000 yılda bir gerçekleştidiği göz önüne alınırsa" şeklinde bir ifade kullanmaktadır. Ancak bu yorum hiç bir bilimsel dayanağı olmayan evrimci bir kurgulamadan ibarettir: Genlerdeki mutasyonları izlemede kullanılan moleküler saat kavramı önyargılarla oluşturulmuş, gerçekte bir anlam ifade etmeyen bir kavramdır.
Evrimcilerin genetik verileri çarpıtmada sıkça başvurduğu bu kavramı biraz ele almak yerinde olacaktır.
Söz konusu moleküler saat hipotezi, canlı türlerinin proteinlerindeki aminoasitlerin veya genlerindeki nükleotidlerin belli hızda değiştiğini varsayar. Bu hipotez evrim teorisini baştan doğru kabul ederek yola çıkar. Discovery Channel’da dile getirilen, insanlarda 20.000 yılda bir kez mutasyon gerçekleştiği iddiası bu hipoteze dayanır. Evrimciler ortak bir atadan evrimleştiği varsayılan şempanze ve insan mitokondrilerine bakarak farklı nükleotidleri belirlerler. İnsan ve şempanzenin yaklaşık 6 milyon yıl önce ayrıldıklarını farz ettiklerinden 6 milyon yılı farklı nükleotidlerin sayısına bölerler. Böylelikle ortaya bir tür hayali mutasyon cetveli çıkarmış olurlar.
Elbette bu iddialar sadece evrimci varsayımlara dayalıdır ve bilimsel gerçekler karşısında hiçbir anlam ifade etmemektedir. (Detaylı bilgi için bkz. "Hayatın Gerçek Kökeni", Harun Yahya, Global Yayıncılık, İstanbul, 2000)
Moleküler saatin ‘ayarlanması’ tamamen evrimcilerin önyargılarına kalmaktadır. Nitekim bu nedenle söz konusu "saat" sabit de değildir: Ünlü Science dergisinde yayınlanan bir araştırmada yeni bir moleküler saate göre "Mitokondriyal Havva"nın sadece 6.000 yıl önce yaşamış olması gerektiği iddia edilmiştir. (Gibbons, A. ‘Calibrating the Mitochondrial Clock’. Science 279(5347):28-29, Ocak 2, 1998)
Tüm bunlar Discovery Channel’da verilen "Mitokondriyal Havva" tezinin hiçbir anlam ifade etmediğini ortaya çıkarmaktadır. Bu tezin özü şudur: Darwinizm illüzyonuna kapılmış evrimciler doğal olarak genlere de bu illüzyonun etkisiyle bakmakta ve görmek istediklerini görmektedirler.
Neandertal Yanılgısı
Afrika’dan çıkış senaryolarının ele alındığı bölümde, günümüz insanlarının Avrupa’ya geldiklerinde Neandertallerle karşılaştıkları da anlatılmakta ve Neandertaller hakkında kısa bilgiler verilmektedir. Neandertallerin bir insan ırkı olduğu kabul edilmesine rağmen, Neandertal Adamı, ilkel bir tür olarak gösterilmektedir. Discovery Channel ekranlarında yapılan temsili canlandırmalar, Neanderrthal Adamı’nı, konuşmak yerine çığlıklar atan, bir kurt gibi uluyan ve vahşi görünümlü bir insan olarak göstermektedir.
Oysa Neandertal anatomisi ve kültürü alanında yapılan bulgular, Neandertal Adamı’nın ilkel bir yönü olmadığını; günümüz insanları gibi yaşayan, düşünen, konuşan, kültür ve medeniyete sahip bir insan ırkı olduğunu kanıtlamıştır.
Bu konudaki evrimci çarpıtma, 19. yüzyıla uzanır. Neandertal Adamı’na ait ilk fosil 1856 yılında bulunmuştur. Marcelline Boule isimli Fransız anatomistin iskeletin rekonstrüksiyonunda yaptığı çarpıtmalar, Neandertal Adamı’nın kaba, kültürü olmayan, kambur yürüyen bir maymun adam olarak tanınmasına yol açmıştır. Hatta İngilizce’de Neanderthal kelimesi bir sıfat olarak yerleşmiş ve "kaba, cahil", anlamlarında kullanılır olmuştur. Ancak yeni Neandertal bulgularıyla tüm bunların bir yanlış anlama olduğu ortaya çıkmış ve Neandertallerin bir maymun adam olduğu fikri artık tamamen terkedilmiştir.
Discovery Channel yine de bu konuyu Darwinizm propagandasına alet etmekte ve Neandertal Adamı hakkında "insana şempanzeden 10 kat daha yakın" şeklinde tamamen anlamsız ve hayali bir benzetme yaparak onu evrimle ortaya çıkmış bir canlı olarak göstermeye çalışmaktadır.
Sonuç
Discovery Channel ekranlarında yayınlanan "Mitokondriyal Havva" belgeseli büyük bir yanılgıdan ibarettir. Konuya kanıt olarak gösterilen analizler evrimci önyargıları yansıtmaktan başka bir anlam taşımamaktadırlar. Discovery Channel’ın bilimsel gerçekleri gözardı ederek sürdürdüğü Darwinist propaganda tamamen çürüktür. Ne Homo sapiens sapiens (günümüz insanı), ne de Neandertal Adamı evrimle ortaya çıkmış türlerdir. Her ikisi de Allah’ın yarattığı ve düşünme ve konuşma gibi üstün yetenekler bahşettiği insanlardır.
Discovery Channel / 09.04.03
Discovery Channel'ın Hurda DNA Yanılgısı
Discovery TV'de 9 Nisan 2003 tarhinde yayınlanan "DNA mı, Umut mu?" adlı programda, DNA üzerinde yapılan incelemeler ve tıp alanındaki umut verici yeni uygulamalardan bahsedildi. Ancak DNA hakkında önyargılı evrimci bir iddiaya da yer verildi. Bu yazımızda evrimcilerin "işe yaramayan DNA" iddiasının gerçek dışı olduğu açıklanmaktadır.
DISCOVERY KANALINDA EVRİMCİLERİN "BOŞ" ISRARI
Discovery TV kanalındaki "DNA mı Umut mu?" adlı programda DNA hakkkında verilen bilgilerin arasına evrimci propagandanın fosilleşmiş bir iddiası sıkıştırılmıştı: "boş DNA" iddiası. Programda DNA zincirimizin işe yaramayan dizilimlerle dolu olduğu öne sürüldü ve "Büyük bir kısmı evrimsel geçmişimizin kalıntıları gibi görünüyor" iddiasında bulunuldu.
Bilindiği gibi 2000 yılında başlayan ve insanın gen haritasını çıkarmayı hedefleyen Genom Projesi, % 99 oranında tamamlanmış bulunuyor. İnsanın ne kadar kompleks ve mükemmel bir organizasyona sahip olduğunu anlaması, bu proje sayesinde daha kolay hale gelmiştir. Şu ana dek yalnızca DNA şifremizin şifre (harf) dizilimi ortaya çıkarılmış bulunuyor. Bu şifrelerin vücudumuzda hangi fonksiyonları belirlediklerini bir kaç gen dışında henüz bilmiyoruz. DNA zinciri üzerinde aktif olarak çalıştığı keşfedilmiş 35 bin kadar DNA bölümüne yani gene sahibiz. Bu miktar ise 3 milyar birimden oluşan insan DNAsının yalnızca % 3'ünü oluşturmaktadır. Peki geriye kalan uzun DNA zinciri ne işe yaramaktadır? İşte bu noktada evrimcilerin bu bilinmeyen üzerine bina ettikleri ilginç bir tahminleri öne çıkar; genler arasında uzayıp giden DNA bölümlerinin hiç bir amacı yoktur, saçma ya da çöp dizilimlerden ibaret olduklarında ısrar ederler. Milyonlarca yıllık hayali evrim sürecinde bu bölgelerin artık işlevlerini yitirmiş fosil genler oldukları iddia edilir. Oysa bu oldukça aceleci iddia, yeni bilimsel bulgular karşısında her geçen gün biraz daha çürümektedir.
Ancak yukarıda da değindiğimiz gibi, genetik bilimi DNA'nın işlevlerini tanımlamada henüz emekleme safhasındadır. İşe yaramadığı iddia edilen bölümlerin ise aslında hayati fonksiyonları yönettikleri süregiden araştırmalar sayesinde ortaya konmaktadır. Science dergisi editörü Richard Stone bu gerçeği şöyle ifade eder:
"DNA adacıkları bir zamanlar "hurda DNA" olarak bir kenara atılmış olsalar da, genlerin kopyalanmasını etkiledikleri ve hastalıklara yatkınlıkla ilişkili olduklarına dair kanıtlar giderek artmaktadır." (Richard Stone, DNA Mutations Linked to Soviet Bomb Tests, SCIENCE, Volume 295, Number 5557, Issue of 8 Feb 2002, p. 946)
Cleveland Üniversitesi'nden evrimci bilim adamı Evan Eichler ise, evrimcilerin hurda diye niteledikleri bu bölümler hakkında şu yorumu yapar:
"Hurda DNA deyimi bizim bilgisizliğimizin yansımasından başka birşey değil." (Service, R.F., Vogel, G, Science, 16 Şubat 2001)
Görüldüğü gibi, hurda haline gelmiş DNA dizileri yakıştırması, bilgisizlikten ötürü ileri sürülmüş ancak evrimcilerin de artık terk etmeğe başladıkları, yeni bulgular karşısında çürümüş bir iddiadır. Discovery TV'ye terk edilen yanlış tezler yerine güncel bilgilere yer vermesini ve toplumu doğru bilgilendirmeye özen göstermesini tavsiye ediyoruz.
Discovery TV'de 9 Nisan 2003 tarhinde yayınlanan "DNA mı, Umut mu?" adlı programda, DNA üzerinde yapılan incelemeler ve tıp alanındaki umut verici yeni uygulamalardan bahsedildi. Ancak DNA hakkında önyargılı evrimci bir iddiaya da yer verildi. Bu yazımızda evrimcilerin "işe yaramayan DNA" iddiasının gerçek dışı olduğu açıklanmaktadır.
DISCOVERY KANALINDA EVRİMCİLERİN "BOŞ" ISRARI
Discovery TV kanalındaki "DNA mı Umut mu?" adlı programda DNA hakkkında verilen bilgilerin arasına evrimci propagandanın fosilleşmiş bir iddiası sıkıştırılmıştı: "boş DNA" iddiası. Programda DNA zincirimizin işe yaramayan dizilimlerle dolu olduğu öne sürüldü ve "Büyük bir kısmı evrimsel geçmişimizin kalıntıları gibi görünüyor" iddiasında bulunuldu.
Bilindiği gibi 2000 yılında başlayan ve insanın gen haritasını çıkarmayı hedefleyen Genom Projesi, % 99 oranında tamamlanmış bulunuyor. İnsanın ne kadar kompleks ve mükemmel bir organizasyona sahip olduğunu anlaması, bu proje sayesinde daha kolay hale gelmiştir. Şu ana dek yalnızca DNA şifremizin şifre (harf) dizilimi ortaya çıkarılmış bulunuyor. Bu şifrelerin vücudumuzda hangi fonksiyonları belirlediklerini bir kaç gen dışında henüz bilmiyoruz. DNA zinciri üzerinde aktif olarak çalıştığı keşfedilmiş 35 bin kadar DNA bölümüne yani gene sahibiz. Bu miktar ise 3 milyar birimden oluşan insan DNAsının yalnızca % 3'ünü oluşturmaktadır. Peki geriye kalan uzun DNA zinciri ne işe yaramaktadır? İşte bu noktada evrimcilerin bu bilinmeyen üzerine bina ettikleri ilginç bir tahminleri öne çıkar; genler arasında uzayıp giden DNA bölümlerinin hiç bir amacı yoktur, saçma ya da çöp dizilimlerden ibaret olduklarında ısrar ederler. Milyonlarca yıllık hayali evrim sürecinde bu bölgelerin artık işlevlerini yitirmiş fosil genler oldukları iddia edilir. Oysa bu oldukça aceleci iddia, yeni bilimsel bulgular karşısında her geçen gün biraz daha çürümektedir.
Ancak yukarıda da değindiğimiz gibi, genetik bilimi DNA'nın işlevlerini tanımlamada henüz emekleme safhasındadır. İşe yaramadığı iddia edilen bölümlerin ise aslında hayati fonksiyonları yönettikleri süregiden araştırmalar sayesinde ortaya konmaktadır. Science dergisi editörü Richard Stone bu gerçeği şöyle ifade eder:
"DNA adacıkları bir zamanlar "hurda DNA" olarak bir kenara atılmış olsalar da, genlerin kopyalanmasını etkiledikleri ve hastalıklara yatkınlıkla ilişkili olduklarına dair kanıtlar giderek artmaktadır." (Richard Stone, DNA Mutations Linked to Soviet Bomb Tests, SCIENCE, Volume 295, Number 5557, Issue of 8 Feb 2002, p. 946)
Cleveland Üniversitesi'nden evrimci bilim adamı Evan Eichler ise, evrimcilerin hurda diye niteledikleri bu bölümler hakkında şu yorumu yapar:
"Hurda DNA deyimi bizim bilgisizliğimizin yansımasından başka birşey değil." (Service, R.F., Vogel, G, Science, 16 Şubat 2001)
Görüldüğü gibi, hurda haline gelmiş DNA dizileri yakıştırması, bilgisizlikten ötürü ileri sürülmüş ancak evrimcilerin de artık terk etmeğe başladıkları, yeni bulgular karşısında çürümüş bir iddiadır. Discovery TV'ye terk edilen yanlış tezler yerine güncel bilgilere yer vermesini ve toplumu doğru bilgilendirmeye özen göstermesini tavsiye ediyoruz.
Discovery Channel / 14.04.03
Discovery Channel’dan Coelacanth Aldatmacası
Discovery Channel’da 14 Nisan 2003 tarihinde "Derinlerdeki Dinozorlar" isimli bir belgesel yayınlandı. Yazıda Coelacanthbalıkları ele alınıyor, balıkların 1938’deki yeniden keşfinin bilim dünyasında uyandırdığı yankılar ve sonrasında balığı doğal ortamında görüntüleme çabaları konu ediliyordu. Ancak Discovery Channel, 400 milyon yıldır hiçbir değişime uğramamış bu balıkları evrim propagandasına malzeme yapıyor ve Coelacanth’dan ‘atamız’ olarak söz ediyordu.
Gerçekte Discovery Channel Coelacanth hakkındaki birçok bilgiyi izleyicilerinden gizliyordu. Tüm bu bilgilerin ortak yönüyse evrime ağır birer darbe vuruyor olmalarıydı. Özetle:
1. Evrimciler balığın keşfinden önceki dönemde fosillere dayanarak Coelacanth'ın sudan karaya geçiş formu olduğunu ileri sürüyorlardı. Kemikli yüzgeçleriyle balığın deniz tabanında yürüdüğü, bu organların evrimsel bir işlev ortaya koyduğu zannediliyordu. Canlı Coelacanth örnekleri üzerinde yapılan incelemeler ise bu iddianın hayalden ibaret olduğunu ortaya koydu. Organlar sadece yüzmeyle ilgiliydi.
2. Evrime dayanak gösterilen Coelacanth'ıncanlısı, tam 400 milyon yıllık fosillerinden farksızdı.
3. 400 milyon yıl boyunca doğal yaşam alanında meydana gelen birçok değişime rağmen balıkta hiçbir değişiklik olmaması doğadaki değişimlerin canlıları evrimleştirdiği iddiasının bir hayal olduğunu ortaya koydu.
4. Balığın köpekbalığı kanı taşıdığının belirlenmesi ise evrime bir başka darbe vurdu. Çünkü iki balık farklı sınıflamalarda yer alıyordu.
5. Coelacanth’ın ata olarak terk edilmesiyle fosil kayıtlarında evrim teorisi adına büyük bir boşluk ortaya çıktı.
6. Balığın sahip olduğu kompleks organların (örneğin elektromanyetik alan tespiti yapan organ ve plasenta benzeri yapının) 400 milyon yıllık örneklerde dahi bulunduğunun tespit edilmesi, canlılığın aşamalarla basitten evrimleştiği iddiasını temelden çürüten özellikteydi.
Discovery Channel Darwinizm’i savunmak adına tüm bunları izleyicilerinden gizlediği gibi, bir yandan da ‘Coelacanth bizim atamızdı’ masallarıyla onları yanlış yönlendirmiştir. Oysa evrim teorisini savunmak, gerçekleri objektif şekilde ortaya koymanın önüne hiçbir zaman geçmemelidir. Nitekim Focus dergisi Nisan sayısında Coelacanth’la ilgili tüm bu gerçekleri birer birer sıralamış ve evrim teorisine vurduğu darbeleri kabul etmişti.
Discovery Channel’da 14 Nisan 2003 tarihinde "Derinlerdeki Dinozorlar" isimli bir belgesel yayınlandı. Yazıda Coelacanthbalıkları ele alınıyor, balıkların 1938’deki yeniden keşfinin bilim dünyasında uyandırdığı yankılar ve sonrasında balığı doğal ortamında görüntüleme çabaları konu ediliyordu. Ancak Discovery Channel, 400 milyon yıldır hiçbir değişime uğramamış bu balıkları evrim propagandasına malzeme yapıyor ve Coelacanth’dan ‘atamız’ olarak söz ediyordu.
Gerçekte Discovery Channel Coelacanth hakkındaki birçok bilgiyi izleyicilerinden gizliyordu. Tüm bu bilgilerin ortak yönüyse evrime ağır birer darbe vuruyor olmalarıydı. Özetle:
1. Evrimciler balığın keşfinden önceki dönemde fosillere dayanarak Coelacanth'ın sudan karaya geçiş formu olduğunu ileri sürüyorlardı. Kemikli yüzgeçleriyle balığın deniz tabanında yürüdüğü, bu organların evrimsel bir işlev ortaya koyduğu zannediliyordu. Canlı Coelacanth örnekleri üzerinde yapılan incelemeler ise bu iddianın hayalden ibaret olduğunu ortaya koydu. Organlar sadece yüzmeyle ilgiliydi.
2. Evrime dayanak gösterilen Coelacanth'ıncanlısı, tam 400 milyon yıllık fosillerinden farksızdı.
3. 400 milyon yıl boyunca doğal yaşam alanında meydana gelen birçok değişime rağmen balıkta hiçbir değişiklik olmaması doğadaki değişimlerin canlıları evrimleştirdiği iddiasının bir hayal olduğunu ortaya koydu.
4. Balığın köpekbalığı kanı taşıdığının belirlenmesi ise evrime bir başka darbe vurdu. Çünkü iki balık farklı sınıflamalarda yer alıyordu.
5. Coelacanth’ın ata olarak terk edilmesiyle fosil kayıtlarında evrim teorisi adına büyük bir boşluk ortaya çıktı.
6. Balığın sahip olduğu kompleks organların (örneğin elektromanyetik alan tespiti yapan organ ve plasenta benzeri yapının) 400 milyon yıllık örneklerde dahi bulunduğunun tespit edilmesi, canlılığın aşamalarla basitten evrimleştiği iddiasını temelden çürüten özellikteydi.
Discovery Channel Darwinizm’i savunmak adına tüm bunları izleyicilerinden gizlediği gibi, bir yandan da ‘Coelacanth bizim atamızdı’ masallarıyla onları yanlış yönlendirmiştir. Oysa evrim teorisini savunmak, gerçekleri objektif şekilde ortaya koymanın önüne hiçbir zaman geçmemelidir. Nitekim Focus dergisi Nisan sayısında Coelacanth’la ilgili tüm bu gerçekleri birer birer sıralamış ve evrim teorisine vurduğu darbeleri kabul etmişti.
Discovery Channel / 21.06.04
Discovery Channel ''When Dinasours Roamed''
Belgeselde, çeşitli dinozor fosillerinin elde edildiği kazı alanları gösterildi ve fosiller evrim senaryosuna göre yorumlanarak hangi dinozor türünün hangi dinozor türünden sözde evrimleştiğine dair masallar anlatıldı. Ayrıca kuşlar ile dinozorlar arasındaki kemik benzerlikleri konu edilerek bu canlıların evrimsel akraba oldukları öne sürüldü.
Dinozor fosillerinden yola çıkılarak türler arasında kurulmaya çalışılan zorlama ata-soy ilişkileri, evrimci ön yargılarla hareket eden bilim adamlarının hayali spekülasyonlarından ibarettir. Evrimi en baştan bir dogma olarak kabul eden araştırmacılar, fosileri birbirlerine olan benzerliklerine bakarak hayali bir soyağacına oturtmaktadırlar. Ancak bu yaklaşım, evrim teorisi adına hiçbir şeyin ispatı değildir. Evrimciler, fosilleri bulmadan önce evrim senaryosu zaten zihinlerinde mevcuttur. Ve buldukları fosilleri tamamen yapay olarak oluşturulmuş bu senaryoya oturtmaktadırlar. Yani evrimciler için önce senaryoları, sonra fosiller gelmekte, fosiller hayali evrim senaryosuna malzeme olarak kullanılmaktadır.
Ancak evrimcilerin fosilleri kendi teorilerine uydurma çabaları gibi, gözboyayıcı anlatımlarla halkı fosillerin teorilerine kanıt oluşturduğuna inandırmaya çalışmaları da geçersizdir. Çünkü paleontoloji alanında elde edilen bilgiler, doğa tarihi boyunca türler arasında hiçbir geçiş yaşanmadığını ortaya koymuştur.
Oklahoma Üniversitesi Jeoloji ve Jeofizik Bölümü'nden David B. Kitts bu durumu şöyle ifade etmiştir:
"Evrim türler arasında ara geçiş formları gerektirir ancak paleontoloji bunları sağlamamıştır." (David B. Kitts (School of Geology and Geophysics, University of Oklahoma), "Paleontology and Evolutionary Theory," Evolution, Vol. 28, September 1974, sf. 467)
Fosil kayıtlarında geçiş formlarından eser yoktur. Dahası, canlılar fosil kayıtlarında aniden ve kusursuz beden yapılarıyla ortaya çıkarlar. Oxford Üniversitesi Zoolojik Kolleksiyonlar Yöneticisi Tom Kemp, "Fosiller ve Evrim" isimli 1999 basımı kitabında bu durumu şöyle kabul eder:
"Yeni canlı kategorileri hemen hemen tüm durumlarda fosil tabakalarında belirleyici karakteristikleri zaten mevcut olarak ve bilinen atasal grupları olmaksızın çıkar." (Fossils and Evolution, Dr TS Kemp - Curator of Zoological Collections, Oxford University, Oxford Uni Press, sf 246, 1999)
Bu yöndeki bulgular, Discovery Channel’da dinozor fosilleri arasında kurulmaya çalışılan türden akrabalık ilişkilerini de, evrimcilerin hayali soyağaçlarını da dayanaksız bırakmıştır. Evrimcilerin hayat ağacının bilimsel değeri yoktur. Evrimciler hiçbir bilimsel kanıtı olmadığı halde kendi hayallerini süsleyen soyağaçlarıyla kendilerini avutmaktadırlar.
Belgeselde, kuşlar ve dinozorlar arasında ortaya konan akrabalık ilişkisi iddiası da aynı şekilde spekülatiftir.
Üstelik bu spekülasyon, kuşların indirgenemez komplekslik ortaya koyan özgün yapılarıyla fosil kayıtlarındaki dev boşluğu tamamen gözardı eden -yani körükörüne bir inancı sürdürme uğruna savunulan- bir iddiadır.
Belgeselde, çeşitli dinozor fosillerinin elde edildiği kazı alanları gösterildi ve fosiller evrim senaryosuna göre yorumlanarak hangi dinozor türünün hangi dinozor türünden sözde evrimleştiğine dair masallar anlatıldı. Ayrıca kuşlar ile dinozorlar arasındaki kemik benzerlikleri konu edilerek bu canlıların evrimsel akraba oldukları öne sürüldü.
Dinozor fosillerinden yola çıkılarak türler arasında kurulmaya çalışılan zorlama ata-soy ilişkileri, evrimci ön yargılarla hareket eden bilim adamlarının hayali spekülasyonlarından ibarettir. Evrimi en baştan bir dogma olarak kabul eden araştırmacılar, fosileri birbirlerine olan benzerliklerine bakarak hayali bir soyağacına oturtmaktadırlar. Ancak bu yaklaşım, evrim teorisi adına hiçbir şeyin ispatı değildir. Evrimciler, fosilleri bulmadan önce evrim senaryosu zaten zihinlerinde mevcuttur. Ve buldukları fosilleri tamamen yapay olarak oluşturulmuş bu senaryoya oturtmaktadırlar. Yani evrimciler için önce senaryoları, sonra fosiller gelmekte, fosiller hayali evrim senaryosuna malzeme olarak kullanılmaktadır.
Ancak evrimcilerin fosilleri kendi teorilerine uydurma çabaları gibi, gözboyayıcı anlatımlarla halkı fosillerin teorilerine kanıt oluşturduğuna inandırmaya çalışmaları da geçersizdir. Çünkü paleontoloji alanında elde edilen bilgiler, doğa tarihi boyunca türler arasında hiçbir geçiş yaşanmadığını ortaya koymuştur.
Oklahoma Üniversitesi Jeoloji ve Jeofizik Bölümü'nden David B. Kitts bu durumu şöyle ifade etmiştir:
"Evrim türler arasında ara geçiş formları gerektirir ancak paleontoloji bunları sağlamamıştır." (David B. Kitts (School of Geology and Geophysics, University of Oklahoma), "Paleontology and Evolutionary Theory," Evolution, Vol. 28, September 1974, sf. 467)
Fosil kayıtlarında geçiş formlarından eser yoktur. Dahası, canlılar fosil kayıtlarında aniden ve kusursuz beden yapılarıyla ortaya çıkarlar. Oxford Üniversitesi Zoolojik Kolleksiyonlar Yöneticisi Tom Kemp, "Fosiller ve Evrim" isimli 1999 basımı kitabında bu durumu şöyle kabul eder:
"Yeni canlı kategorileri hemen hemen tüm durumlarda fosil tabakalarında belirleyici karakteristikleri zaten mevcut olarak ve bilinen atasal grupları olmaksızın çıkar." (Fossils and Evolution, Dr TS Kemp - Curator of Zoological Collections, Oxford University, Oxford Uni Press, sf 246, 1999)
Bu yöndeki bulgular, Discovery Channel’da dinozor fosilleri arasında kurulmaya çalışılan türden akrabalık ilişkilerini de, evrimcilerin hayali soyağaçlarını da dayanaksız bırakmıştır. Evrimcilerin hayat ağacının bilimsel değeri yoktur. Evrimciler hiçbir bilimsel kanıtı olmadığı halde kendi hayallerini süsleyen soyağaçlarıyla kendilerini avutmaktadırlar.
Belgeselde, kuşlar ve dinozorlar arasında ortaya konan akrabalık ilişkisi iddiası da aynı şekilde spekülatiftir.
Üstelik bu spekülasyon, kuşların indirgenemez komplekslik ortaya koyan özgün yapılarıyla fosil kayıtlarındaki dev boşluğu tamamen gözardı eden -yani körükörüne bir inancı sürdürme uğruna savunulan- bir iddiadır.
Discovery Channel / 01.01.03
Bilimdışı Propaganda Artık Geçersizdir, Geçerli Olan Gerçek Bilgidir
Discovery Channel Türkiye adlı televizyon kanalında belli aralıklarla evrim teorisinin propagandasını yapan programlara ve konulara yer verilmekte ve bilimsel olarak hiçbir geçerliliği olmayan bu teori, kamuoyuna bilimsel bir gerçekmiş gibi sunulmaktadır.
Darwin, kendi döneminin geri kalmış bilim düzeyi içinde, geçerliliği olmayan bir teori öne sürmüştür. İlerleyen bilim ve teknoloji sayesinde yapılan araştırmalar ve deneyler teorinin bilimsel bir delili olmadığını tüm açıklığıyla ortaya koymuştur. Buna rağmen, bazı çevrelerin evrim teorisine karşı böylesine bir bağlılık duymaları, bu bağlılığın temelinde bilimsel yaklaşımların değil, ideolojik kaygıların bulunduğunu göstermektedir. Evrim teorisinin geçersizliğini kabullenmek materyalist çevreler için tüm dünya görüşlerinden vazgeçmek anlamına gelmektedir. Bu nedenle, teori, içinde bulunduğu açmazlara ve çaresizliğe rağmen söz konusu çevreler tarafından körükörüne savunulmaktadır.
Discovery Channel’ın da evrim yanlısı ısrarlı yayınlarının, evrim teorisinin bilimsel olarak çökmüş olduğu gerçeğini kabullenememekten kaynaklandığı açıkça görülmektedir. Sürekli evrime atıfta bulunan yayınların yapılmasının asıl nedeni, Darwinizm’in yıkılmasından kaynaklanan şiddetli tedirginliktir. Discovery Channel ve benzeri evrimci yayın organları, evrim teorisinin açmazlarını, aldatmacalarını, sahtekarlıklarını görmekten şiddetle kaçınmakta ve bu yönde yayınlarına devam ederek halkın da bu durumu görmesini engelleyebileceklerini sanmaktadırlar.
Ancak bilinmelidir ki, evrimcilerin kapıldıkları telaş halk tarafından teşhis edilmekte ve merak uyandırmaktadır. Bu sayede evrim konusunda yazılmış eserlere olan ilgi artmakta, evrimin geçersizliğini açıklayan eserler takip edildikçe, neredeyse aralıksız yapılan evrim propagandasının teoriyi ayakta tutmak için yapılan çaresiz bir girişim olduğu anlaşılmaktadır.
Halk Evrim Teorisi Konusunda Bilinçlenmiştir
Tamamen hayal gücü ve varsayımlar üzerine kurulu olan evrim teorisinin gerçek yüzü halk tarafından gayet iyi bilinmektedir. Darwin’in, teorisini ortaya attığı ilk günden beri başvurulan propaganda yöntemleri, bugün artık tıpkı Darwin’in teorisi gibi köhneleşmiş, çağdışı kalmıştır. İletişim teknolojisinde yaşanan gelişmeler, bilginin artık herkes tarafından kolayca ulaşılabilen bir değer haline gelmesini sağlamıştır. Ve bu gelişim evrimcilerin, halkın bilimsel konulardaki bilgisizliğinden faydalanarak yürüttükleri propaganda hareketinin de sonunu getirmiştir. Bundan belki 10-20 yıl önce "bu konuları ancak bilim adamlarının anlayacağı", "bilim adamları ne diyorsa onun doğru olduğu", "halkın bu konularda düşünmesinin ve araştırma yapmasının gereksiz olduğu" gibi telkinler kabul görüyordu.
Geçmişte evrimciler bu telkinlerle, halkı araştırmaktan ve düşünmekten uzak tutarak evrimin yalanlarını kolayca yayıyorlardı. Ama bugün artık insanlar gerek internet, gerekse çeşitli yayınlar sayesinde gerçek bilgiye rahatlıkla ulaşabilmektedir. Evrimin sahtekarlıkları ve yanılgıları halk için kolay okunabilir hale gelmiştir ve bu sayede evrimci telkinler geçerliliğini yitirmiştir.
Hiçbir bilgi, kanıt veya belgeye dayanmamasına rağmen Afrika’yı anlatan bir belgeselde, "işte atalarımızın yaşadıkları yerler buralarıdır" gibi bir yorum yapmak ya da doğadaki muhteşem tasarım örneklerini anlatıp sonra da "işte evrimin güzel bir ürünü" gibi son derece ilgisiz çıkarımlarda bulunmak evrimci propagandanın örneklerindendir. Bu tarz anlatımlarda, yeni bir buluş, teknolojik bir ilerleme dahi mantıksızca "evrimin ürünü" olarak sunulmakta, biyoloji, uzay bilimi, anatomi, jeoloji, sosyoloji ve daha pek çok alanda yapılan çeşitli programlarda bilimsel değer taşımayan ifadelerle hemen her konu evrime bağlanmaktadır. Ne var ki tüm bunlar, evrimcilerin karşı karşıya kaldıkları derin çıkmazı aşmaları için yardımcı olamaz. Bu telkinlerle, evrimciler kendilerini aldatmaya devam etseler dahi, halkı aldatamamakta, evrimin akıl ve bilim dışı bir teori olduğu gerçeğini değiştirememektedirler.
Halk, evrimcilerin ellerinde, teorilerini savunabilecekleri bir avuç sahte delilin ve yanılgının dışında hiçbir şey olmadığının farkındadır. Üstelik bu bir avuç sahte delilin de, bilimsel araştırma ve incelemeler sonucu elde edilen yüzlerce bulguyla geçersiz kılındığını bilmektedir.
Evrim Propagandası Yapmak Artık Fayda Sağlamamaktadır
Evrimciler, ısrarla evrim propagandası yaparken, halkın artık bu konuda tam anlamı ile bilinçlenmiş olduğunu göz ardı etmemelidirler. Bu bilinçlenme gerek dünya çapında gerekse ülkemizde hızla yayılmaktadır. Ülkemizde özellikle son yıllarda yapılan kültür çalışmaları ile evrimcilerin, insanların düşünmelerini engellemeye yönelik girişimleri etkisiz hale getirilmiştir. Evrimin bir aldatmacadan ibaret olduğunu ve Yaratılış gerçeğini tüm delilleri ile gözler önüne seren çeşitli eserler halkımızın büyük kısmına ulaşmıştır. Yaratılış gerçeğini anlatan kitaplar, dergiler, belgeseller, sesli anlatımlar Türkiye’nin pek çok iline ve ilçesine ulaşmıştır. Ortaokul ve lise öğrencilerinden üniversite mezunu meslek sahibi kişilere kadar pek çok insan gerek bu eserlerle gerekse düzenlenen konferanslar ile, evrimin bir kandırmacadan ibaret olduğunu delilleri ile görmüştür. Yaratılış gerçeğini ortaya koyan binlerce delilin ardından, halkın halen evrimin içi boş telkinlerine ve bilim dışı anlatımlarına kapılacağını sanmak kuşkusuz büyük bir yanılgıdır.
Evrim propagandası yapmak için uğraşanların, öncelikle cevaplandırmaları gereken yüzlerce soru vardır. Halk sahip olduğu gerçek bilgilerle bilim dışı bu teoriyi sorgulamaya başlamıştır ve sormaktadır:
- Her türlü teknolojiye sahip gelişmiş laboratuvarlarda bugüne kadar tek bir hücre dahi üretilememişken, ilkel dünya ortamında bu hücre kendi kendilerine tesadüfen nasıl var oldu?
- Bir hücrenin inşası için gerekli olan binlerce farklı protein, tek bir tanesinin tesadüfen oluşması bile matematiksel olarak imkansızken, nasıl meydana geldi?
- Eğer geçmişte, ilkel şartlarda bir hücre tesadüfen oluştuysa, neden bugün sahip olduğumuz yüksek teknoloji ile laboratuarlarında bir hücre meydana getirilemiyor?
- Hücre içindeki kompleks sistemler nasıl meydana gelmiştir?
- Bazı canlı türlerinin fosillerinden milyonlarca yıldır hiçbir değişime uğramadıkları anlaşılmaktadır. Bu canlı türleri günümüze kadar hiç evrim geçirmeden nasıl gelebilmişlerdir?
- Türlerin birbirine dönüşümünü gösteren ara fosiller nerededir? Neden farklı canlı kategorileri fosil kayıtlarında hiç bir ataları olmadan aniden orrtaya çıkmaktadır?
- Hayvanlardaki olağanüstü tasarım örnekleri doğal seleksiyon ile nasıl açıklanır?
- Canlılardaki fedakarlık gibi bilinçli davranışların kaynağı nedir?
- Cansız ve şuursuz atomlar nasıl olup da biraraya gelerek, canlı, şuurlu ve bilinçli organizmaları meydana getirmişlerdir?
- Hiçbir bilinç sahibi olmayan atomlardan, düşünen, hisseden, zevk alan, üreten, icatlar yapan insan nasıl oluşmuştur?
Bunlar ve benzeri sorular 150 yıldır, yapılan bunca araştırma ve deneye rağmen, halen cevaplandırılmayı beklemektedir. Eğer evrimciler düşüncelerinde samimi iseler, hiçbir aldatmacaya başvurmadan bu ve benzeri soruları tek tek cevaplamalıdırlar. Eğer gerekli görüyorlarsa en güvendikleri evrimci bilim adamlarının televizyona çıkıp bu soruları yanıtlamalarını sağlamalıdırlar. Bu evrimci bilim adamları, evrimin geçersizliğini anlatan kitaplara bakıp, orada yer alan açıklamaların cevaplarını vermelidirler. Ama evrimci iddialar ile bu soruları cevaplamaları, açıklamaları çürütmeleri hiçbir zaman mümkün olmayacaktır ve olmamaktadır.
İşte bu yüzden sürekli olarak evrimi gerçekleştiren "mucizevi bir güç"ten söz etmekte ama ana mekanizmaları, bu sürecin nasıl gerçekleştiğini hiçbir şekilde anlatamamaktadırlar. Bunun yerine "Karada yaşayan bir canlı sinek peşinde koşarken birdenbire mucize eseri kanat sahibi olup uçmaya başladı" gibi mantık dışı cevaplarla artık halkı yönlendirmeye çalışmaktadırlar. Oysa böylesine mantıksız bir iddiayı sanki bilimsel bir açıklamaymış gibi savunan kişi, karadaki canlının bu fikri nereden aldığını, bunu uygulamaya geçirdiğinde hiçbir aksaklık ve sorunla karşılaşmayacağı şekilde kusursuz bir tasarımı nasıl gerçekleştirdiğini, hiçbir detayı nasıl olup da atlamadığını da açıklamak zorundadır. Bu sorulara mantıklı ve bilimsel bir açıklama getiremeyip, "tesadüfen oldu" demenin geçerli bir cevap olarak kabul edileceğini sanmak elbette akılcı bir tutum değildir.
Evrimciler sürekli aynı geçersiz iddiaları tekrarlayarak, "beyin yıkama" metodları kullanarak, hayal ürünü bir senaryoyu gerçeğe dönüştüreceklerini sanmaktadırlar. Ancak bir masalı sürekli anlatmak, o masalı gerçeğe çevirmez. Bir masalı bir kere anlatmakla, bin kere anlatmak arasında bir fark yoktur. Masal yine masaldır. Ya da bir insana hergün aynı yalanı söyleseniz de, yalan söylediğiniz gerçeği değişmez. Örneğin hergün "sabahları güneş doğmaz" deseniz, üstelik hiç bıkıp usanmadan bunu aylarca, yıllarca, on yıllarca devam ettirseniz de, güneş ertesi sabah yine doğar ve bu gerçek açıkça bilinir.
Discovery Channel ve benzeri evrimci yayın organlarının bu çağrıya cevap vermesi ve eğer inançlarında samimi iseler, bilimsel yöntemlerle hareket etmeleri gerekmektedir. Günümüzde ortaokul öğrencilerinin bile sorgulamaya başladığı evrim mantıksızlıklarını açıklamalı, fikirlerini bilimsel platformda savunmaları gerekmektedir. Aksi takdirde evrim teorisinin gerek bilimsel olarak gerekse halk gözünde tamamen çökmüş bir teori olduğunu kabul etmeli ve "işe yaramaz" evrim propagandalarını terk etmelidirler.
Discovery Channel Türkiye adlı televizyon kanalında belli aralıklarla evrim teorisinin propagandasını yapan programlara ve konulara yer verilmekte ve bilimsel olarak hiçbir geçerliliği olmayan bu teori, kamuoyuna bilimsel bir gerçekmiş gibi sunulmaktadır.
Darwin, kendi döneminin geri kalmış bilim düzeyi içinde, geçerliliği olmayan bir teori öne sürmüştür. İlerleyen bilim ve teknoloji sayesinde yapılan araştırmalar ve deneyler teorinin bilimsel bir delili olmadığını tüm açıklığıyla ortaya koymuştur. Buna rağmen, bazı çevrelerin evrim teorisine karşı böylesine bir bağlılık duymaları, bu bağlılığın temelinde bilimsel yaklaşımların değil, ideolojik kaygıların bulunduğunu göstermektedir. Evrim teorisinin geçersizliğini kabullenmek materyalist çevreler için tüm dünya görüşlerinden vazgeçmek anlamına gelmektedir. Bu nedenle, teori, içinde bulunduğu açmazlara ve çaresizliğe rağmen söz konusu çevreler tarafından körükörüne savunulmaktadır.
Discovery Channel’ın da evrim yanlısı ısrarlı yayınlarının, evrim teorisinin bilimsel olarak çökmüş olduğu gerçeğini kabullenememekten kaynaklandığı açıkça görülmektedir. Sürekli evrime atıfta bulunan yayınların yapılmasının asıl nedeni, Darwinizm’in yıkılmasından kaynaklanan şiddetli tedirginliktir. Discovery Channel ve benzeri evrimci yayın organları, evrim teorisinin açmazlarını, aldatmacalarını, sahtekarlıklarını görmekten şiddetle kaçınmakta ve bu yönde yayınlarına devam ederek halkın da bu durumu görmesini engelleyebileceklerini sanmaktadırlar.
Ancak bilinmelidir ki, evrimcilerin kapıldıkları telaş halk tarafından teşhis edilmekte ve merak uyandırmaktadır. Bu sayede evrim konusunda yazılmış eserlere olan ilgi artmakta, evrimin geçersizliğini açıklayan eserler takip edildikçe, neredeyse aralıksız yapılan evrim propagandasının teoriyi ayakta tutmak için yapılan çaresiz bir girişim olduğu anlaşılmaktadır.
Halk Evrim Teorisi Konusunda Bilinçlenmiştir
Tamamen hayal gücü ve varsayımlar üzerine kurulu olan evrim teorisinin gerçek yüzü halk tarafından gayet iyi bilinmektedir. Darwin’in, teorisini ortaya attığı ilk günden beri başvurulan propaganda yöntemleri, bugün artık tıpkı Darwin’in teorisi gibi köhneleşmiş, çağdışı kalmıştır. İletişim teknolojisinde yaşanan gelişmeler, bilginin artık herkes tarafından kolayca ulaşılabilen bir değer haline gelmesini sağlamıştır. Ve bu gelişim evrimcilerin, halkın bilimsel konulardaki bilgisizliğinden faydalanarak yürüttükleri propaganda hareketinin de sonunu getirmiştir. Bundan belki 10-20 yıl önce "bu konuları ancak bilim adamlarının anlayacağı", "bilim adamları ne diyorsa onun doğru olduğu", "halkın bu konularda düşünmesinin ve araştırma yapmasının gereksiz olduğu" gibi telkinler kabul görüyordu.
Geçmişte evrimciler bu telkinlerle, halkı araştırmaktan ve düşünmekten uzak tutarak evrimin yalanlarını kolayca yayıyorlardı. Ama bugün artık insanlar gerek internet, gerekse çeşitli yayınlar sayesinde gerçek bilgiye rahatlıkla ulaşabilmektedir. Evrimin sahtekarlıkları ve yanılgıları halk için kolay okunabilir hale gelmiştir ve bu sayede evrimci telkinler geçerliliğini yitirmiştir.
Hiçbir bilgi, kanıt veya belgeye dayanmamasına rağmen Afrika’yı anlatan bir belgeselde, "işte atalarımızın yaşadıkları yerler buralarıdır" gibi bir yorum yapmak ya da doğadaki muhteşem tasarım örneklerini anlatıp sonra da "işte evrimin güzel bir ürünü" gibi son derece ilgisiz çıkarımlarda bulunmak evrimci propagandanın örneklerindendir. Bu tarz anlatımlarda, yeni bir buluş, teknolojik bir ilerleme dahi mantıksızca "evrimin ürünü" olarak sunulmakta, biyoloji, uzay bilimi, anatomi, jeoloji, sosyoloji ve daha pek çok alanda yapılan çeşitli programlarda bilimsel değer taşımayan ifadelerle hemen her konu evrime bağlanmaktadır. Ne var ki tüm bunlar, evrimcilerin karşı karşıya kaldıkları derin çıkmazı aşmaları için yardımcı olamaz. Bu telkinlerle, evrimciler kendilerini aldatmaya devam etseler dahi, halkı aldatamamakta, evrimin akıl ve bilim dışı bir teori olduğu gerçeğini değiştirememektedirler.
Halk, evrimcilerin ellerinde, teorilerini savunabilecekleri bir avuç sahte delilin ve yanılgının dışında hiçbir şey olmadığının farkındadır. Üstelik bu bir avuç sahte delilin de, bilimsel araştırma ve incelemeler sonucu elde edilen yüzlerce bulguyla geçersiz kılındığını bilmektedir.
Evrim Propagandası Yapmak Artık Fayda Sağlamamaktadır
Evrimciler, ısrarla evrim propagandası yaparken, halkın artık bu konuda tam anlamı ile bilinçlenmiş olduğunu göz ardı etmemelidirler. Bu bilinçlenme gerek dünya çapında gerekse ülkemizde hızla yayılmaktadır. Ülkemizde özellikle son yıllarda yapılan kültür çalışmaları ile evrimcilerin, insanların düşünmelerini engellemeye yönelik girişimleri etkisiz hale getirilmiştir. Evrimin bir aldatmacadan ibaret olduğunu ve Yaratılış gerçeğini tüm delilleri ile gözler önüne seren çeşitli eserler halkımızın büyük kısmına ulaşmıştır. Yaratılış gerçeğini anlatan kitaplar, dergiler, belgeseller, sesli anlatımlar Türkiye’nin pek çok iline ve ilçesine ulaşmıştır. Ortaokul ve lise öğrencilerinden üniversite mezunu meslek sahibi kişilere kadar pek çok insan gerek bu eserlerle gerekse düzenlenen konferanslar ile, evrimin bir kandırmacadan ibaret olduğunu delilleri ile görmüştür. Yaratılış gerçeğini ortaya koyan binlerce delilin ardından, halkın halen evrimin içi boş telkinlerine ve bilim dışı anlatımlarına kapılacağını sanmak kuşkusuz büyük bir yanılgıdır.
Evrim propagandası yapmak için uğraşanların, öncelikle cevaplandırmaları gereken yüzlerce soru vardır. Halk sahip olduğu gerçek bilgilerle bilim dışı bu teoriyi sorgulamaya başlamıştır ve sormaktadır:
- Her türlü teknolojiye sahip gelişmiş laboratuvarlarda bugüne kadar tek bir hücre dahi üretilememişken, ilkel dünya ortamında bu hücre kendi kendilerine tesadüfen nasıl var oldu?
- Bir hücrenin inşası için gerekli olan binlerce farklı protein, tek bir tanesinin tesadüfen oluşması bile matematiksel olarak imkansızken, nasıl meydana geldi?
- Eğer geçmişte, ilkel şartlarda bir hücre tesadüfen oluştuysa, neden bugün sahip olduğumuz yüksek teknoloji ile laboratuarlarında bir hücre meydana getirilemiyor?
- Hücre içindeki kompleks sistemler nasıl meydana gelmiştir?
- Bazı canlı türlerinin fosillerinden milyonlarca yıldır hiçbir değişime uğramadıkları anlaşılmaktadır. Bu canlı türleri günümüze kadar hiç evrim geçirmeden nasıl gelebilmişlerdir?
- Türlerin birbirine dönüşümünü gösteren ara fosiller nerededir? Neden farklı canlı kategorileri fosil kayıtlarında hiç bir ataları olmadan aniden orrtaya çıkmaktadır?
- Hayvanlardaki olağanüstü tasarım örnekleri doğal seleksiyon ile nasıl açıklanır?
- Canlılardaki fedakarlık gibi bilinçli davranışların kaynağı nedir?
- Cansız ve şuursuz atomlar nasıl olup da biraraya gelerek, canlı, şuurlu ve bilinçli organizmaları meydana getirmişlerdir?
- Hiçbir bilinç sahibi olmayan atomlardan, düşünen, hisseden, zevk alan, üreten, icatlar yapan insan nasıl oluşmuştur?
Bunlar ve benzeri sorular 150 yıldır, yapılan bunca araştırma ve deneye rağmen, halen cevaplandırılmayı beklemektedir. Eğer evrimciler düşüncelerinde samimi iseler, hiçbir aldatmacaya başvurmadan bu ve benzeri soruları tek tek cevaplamalıdırlar. Eğer gerekli görüyorlarsa en güvendikleri evrimci bilim adamlarının televizyona çıkıp bu soruları yanıtlamalarını sağlamalıdırlar. Bu evrimci bilim adamları, evrimin geçersizliğini anlatan kitaplara bakıp, orada yer alan açıklamaların cevaplarını vermelidirler. Ama evrimci iddialar ile bu soruları cevaplamaları, açıklamaları çürütmeleri hiçbir zaman mümkün olmayacaktır ve olmamaktadır.
İşte bu yüzden sürekli olarak evrimi gerçekleştiren "mucizevi bir güç"ten söz etmekte ama ana mekanizmaları, bu sürecin nasıl gerçekleştiğini hiçbir şekilde anlatamamaktadırlar. Bunun yerine "Karada yaşayan bir canlı sinek peşinde koşarken birdenbire mucize eseri kanat sahibi olup uçmaya başladı" gibi mantık dışı cevaplarla artık halkı yönlendirmeye çalışmaktadırlar. Oysa böylesine mantıksız bir iddiayı sanki bilimsel bir açıklamaymış gibi savunan kişi, karadaki canlının bu fikri nereden aldığını, bunu uygulamaya geçirdiğinde hiçbir aksaklık ve sorunla karşılaşmayacağı şekilde kusursuz bir tasarımı nasıl gerçekleştirdiğini, hiçbir detayı nasıl olup da atlamadığını da açıklamak zorundadır. Bu sorulara mantıklı ve bilimsel bir açıklama getiremeyip, "tesadüfen oldu" demenin geçerli bir cevap olarak kabul edileceğini sanmak elbette akılcı bir tutum değildir.
Evrimciler sürekli aynı geçersiz iddiaları tekrarlayarak, "beyin yıkama" metodları kullanarak, hayal ürünü bir senaryoyu gerçeğe dönüştüreceklerini sanmaktadırlar. Ancak bir masalı sürekli anlatmak, o masalı gerçeğe çevirmez. Bir masalı bir kere anlatmakla, bin kere anlatmak arasında bir fark yoktur. Masal yine masaldır. Ya da bir insana hergün aynı yalanı söyleseniz de, yalan söylediğiniz gerçeği değişmez. Örneğin hergün "sabahları güneş doğmaz" deseniz, üstelik hiç bıkıp usanmadan bunu aylarca, yıllarca, on yıllarca devam ettirseniz de, güneş ertesi sabah yine doğar ve bu gerçek açıkça bilinir.
Discovery Channel ve benzeri evrimci yayın organlarının bu çağrıya cevap vermesi ve eğer inançlarında samimi iseler, bilimsel yöntemlerle hareket etmeleri gerekmektedir. Günümüzde ortaokul öğrencilerinin bile sorgulamaya başladığı evrim mantıksızlıklarını açıklamalı, fikirlerini bilimsel platformda savunmaları gerekmektedir. Aksi takdirde evrim teorisinin gerek bilimsel olarak gerekse halk gözünde tamamen çökmüş bir teori olduğunu kabul etmeli ve "işe yaramaz" evrim propagandalarını terk etmelidirler.
Discovery Channel / 01.04.03
Discovery Channel’ın İnsan Beyni Hakkındaki Yanılgıları
Geçtiğimiz günlerde Discovery Channel kanalında "Understanding the Amazing Human Brain (İnsandaki Muhteşem Beyni Anlamak)" başlıklı bir belgesel yayınlandı. Belgeselde insan beyninin işleyişi ele alınıyor, bazı hastalar üzerinde yapılan beyin ameliyatları konu ediliyordu. Beyindeki muazzam işlem kapasitesinin yanısıra çeşitli beyin bölgelerinin işlevleri inceleniyordu. Ancak Discovery Channel beyindeki muhteşem tasarımın 'milyonlarca yıldır devam eden evrimin zirve noktası' olduğunu ileri sürüyordu. Bu yazıda Discovery Channel'ın insan beyni hakkındaki yanılgıları ortaya konacaktır.
Beyindeki Kompleks Tasarım
Bilim dergilerinde, insan beyni için 'evrendeki en kompleks yapı' tanımlaması yapılmaktadır. Beyinde bulunan yaklaşık 100 milyar sinir hücresi yaklaşık 100 trilyon bağlantı kurarak üstün bir işlem kapasitesi ortaya koyar. Beyindeki tasarım sahip olduğu bu işlem kapasitesiyle bilgisayar mühendislerine ilham kaynağı olacak kadar üstündür. Ünlü IBM firmasının teknoloji uzmanı Dr. Kerry Bernstein, MSNBC.com'da yayınlanan "Beyin Bilgisayarlara Ders Öğretiyor" başlıklı haber-ropörtajda, IBM merkezinde her yıl düzenli olarak nörologların katılımıyla konferanslar düzenlediğini ve mühendislerini beyindeki tasarım konusunda bilgilendirdiğini ifade etmektedir. Bernstein beyindeki işleyişin aynen taklit edilmesinin mümkün olmadığını söylemektedir:
"Beyinde olağanüstü bir paralellik hakim. Yani tek bir bit bilgi, bir anda tam 100.000 nörona yayılabiliyor. Böylece beyin, bilinen en hızlı bilgisayardan yüzbinlerce kat daha hızlı oluyor.Bizim ise bunu elektronikte gerçekleştirebilmemiz mümkün değil" .
Beyindeki bu üstün tasarımın yanısıra verimlilik gözetilen bir işleyiş bulunmaktadır. Berkeley'deki California Üniversitesi'nde optometri ve psikoloji profesörü olan Martin S. Banks bu konuda: "Beyin, gerçek hayatta muhtemelen ihtiyaç duymayacağı bilgiyi korumak için fazladan enerji harcamama özelliğiyle verimlidir." demektedir .
Görüldüğü gibi beyindeki düzenleme ve işleyiş mükemmel bir tasarıma sahiptir. Bu organın Discovery Channel'ın ileri sürdüğü gibi rastlantılara dayalı bir "evrim" süreciyle oluştuğuna inanmaksa, yeryüzündeki bilgisayarların mühendisler tarafından yapılmadığına, bir takım rastlantılar sonucunda, plastik ve metallerin gelişigüzel birleşmeleriyle oluştuklarına inanmak gibidir.
Discovery Channel kendi ön yargıları doğrultusunda her biyolojik yapıyı evrimle açıklamaya çalıştığı için beyin hakkında da böyle çıkarımlar yapmaktadır. Oysa beyin gibi bir organın evrim teorisinin hayali mekanizmalarıyla ortaya çıkamayacağı açıktır. Evrimciler, beyindeki düzenin, tamamen rastlantısal mutasyonlarla oluştuğunu ileri sürmektedirler. Hiç bir düşünme kapasiteleri olmayan bakterilerin, sadece rastlantılara dayalı uzun bir "evrim süreci" sonucunda, insan beyni gibi muhteşem bir tasarımı oluşturduğunu iddia etmektedirler. Hiç bir bilimsel dayanağı olmayan bu iddia, akla da aykırıdır. Genetik araştırmalar, mutasyonların genlere bilgi eklemesi diye bir durumun söz konusu olamayacağını, eğer etkili olacaklarsa organizmaya daima zarar verdiklerini göstermiştir. Laboratuvarlarda yapılan suni mutasyonlar tek bir canlıya dahi fayda sağlamış değildir. Mutasyona maruz kalan embriyoların sakat veya ölü doğdukları görülmüştür. Mutasyonla beyindeki gibi 'düzen' sağlanamayacağı açıktır. Bunun gerçekleşme ihtimali, bir hesap makinesine vurulacak çekiç darbelerinin onu dünyanın en kompleks bilgisayarına dönüştürmesi kadar uzak bir olasılıktır.
TV Kanalının Beyin Hakkındaki Yorumları Ön Yargılarını Açığa Vuruyor
Kısacası Discovery Channel'ın beyinle ilgili evrim iddiası sadece kendi ön yargılarının bir ürünüdür. Belgeselde, çocukluk çağında beynin organizasyonuyla ilgili yapılan yorumlar da bunu açıkça ortaya koymaktadır. Bir çocuk büyüdükçe bulunduğu ortam, meşgul olduğu işler ve edindiği bilgiler gelişmekte olan beynindeki nöronlar arasında kurulan bağlantıları etkiler. Nöronları birbirine bağlayan sinapslar, yani bağlantılar bu bilgilerin kullanım sıklığına göre güçlenir.
Discovery Channel çocukların yaşadığı bu sürecin 'tabiat ananın' verdiği kaynaklarla şekillendiğini iddia etmektedir. "Tabiat ana" kavramı materyalistlerin beyin gibi kompleks yapıların evrimle nasıl ortaya çıkmış olabileceğini açıklayamadıkları zamanlarda başvurduğu bir kaçamaktır. Açıktır ki hiçbir tesadüf veya hiçbir doğa olayı beyin gibi kompleks bir yapıyı üretemez. Kompleks tasarımlar bilinçli bir tasarımcının varlığını gösterirler. Her bilgisayarı tasarlayan bir mühendis olduğu gibi, bilgisayardan çok daha kompleks olan, çok daha hızlı çalışan beyin gibi bir organın da tasarımcısı olmalıdır. Tabiat ananın, yani doğadaki kör tesadüflerin ve yağmur, rüzgar, şimşek gibi olayların bir bilgisayar meydana getirmesinin mümkün olmadığı gibi, beyin meydana getirmeleri de mümkün değildir.
Amigdala'nın Evrimi Bir Hayalden İbarettir
Discovery Channel Beyindeki bölgelerden biri olan amigdalanın beyinde ilk evrimleşen bölgelerden biri olduğunu ileri sürmekte ve bu iddiayı izleyicilere bilimsel bir gerçek gibi aktarmaktadır. TV kanalı amigdalayla ilgili iddiasını kanıtlayacak hiçbir bilimsel bulgu ise göstermemektedir. Göstermesi de gerçekte mümkün değildir, çünkü beyin gibi yumuşak dokular fosilleşmedikleri için günümüz canlılarının geçmişte nasıl bir beyin yapısına sahip olduğu anlaşılamamaktadır. Kısacası Discovery Channel, bilimsel kanıtlarla desteklenmeyen, gözlemlenemeyen beyin hayali evrimini hikayelerle izleyicilerine telkin etmektedir. Amigdalanın sözde evrimde önce ortaya çıktığını ileri sürmek 'bir bilgisayar işlemcisi önce ortaya çıktı, sonra diğer tüm parçalar onunla uyumlu çalışacak şekilde tesadüflerle meydana geldi' diye iddia etmek kadar temelsiz bir iddiadır.
Sonuç
Discovery Channel'a tavsiyemiz, Darwinist ön yargılarını bir yana bırakması ve beyin gibi kompleks bir tasarımın ancak bilinçli bir şekilde tasarlanmış olabileceğini, yani yaratılmış olduğunu kabullenmesidir.
Geçtiğimiz günlerde Discovery Channel kanalında "Understanding the Amazing Human Brain (İnsandaki Muhteşem Beyni Anlamak)" başlıklı bir belgesel yayınlandı. Belgeselde insan beyninin işleyişi ele alınıyor, bazı hastalar üzerinde yapılan beyin ameliyatları konu ediliyordu. Beyindeki muazzam işlem kapasitesinin yanısıra çeşitli beyin bölgelerinin işlevleri inceleniyordu. Ancak Discovery Channel beyindeki muhteşem tasarımın 'milyonlarca yıldır devam eden evrimin zirve noktası' olduğunu ileri sürüyordu. Bu yazıda Discovery Channel'ın insan beyni hakkındaki yanılgıları ortaya konacaktır.
Beyindeki Kompleks Tasarım
Bilim dergilerinde, insan beyni için 'evrendeki en kompleks yapı' tanımlaması yapılmaktadır. Beyinde bulunan yaklaşık 100 milyar sinir hücresi yaklaşık 100 trilyon bağlantı kurarak üstün bir işlem kapasitesi ortaya koyar. Beyindeki tasarım sahip olduğu bu işlem kapasitesiyle bilgisayar mühendislerine ilham kaynağı olacak kadar üstündür. Ünlü IBM firmasının teknoloji uzmanı Dr. Kerry Bernstein, MSNBC.com'da yayınlanan "Beyin Bilgisayarlara Ders Öğretiyor" başlıklı haber-ropörtajda, IBM merkezinde her yıl düzenli olarak nörologların katılımıyla konferanslar düzenlediğini ve mühendislerini beyindeki tasarım konusunda bilgilendirdiğini ifade etmektedir. Bernstein beyindeki işleyişin aynen taklit edilmesinin mümkün olmadığını söylemektedir:
"Beyinde olağanüstü bir paralellik hakim. Yani tek bir bit bilgi, bir anda tam 100.000 nörona yayılabiliyor. Böylece beyin, bilinen en hızlı bilgisayardan yüzbinlerce kat daha hızlı oluyor.Bizim ise bunu elektronikte gerçekleştirebilmemiz mümkün değil" .
Beyindeki bu üstün tasarımın yanısıra verimlilik gözetilen bir işleyiş bulunmaktadır. Berkeley'deki California Üniversitesi'nde optometri ve psikoloji profesörü olan Martin S. Banks bu konuda: "Beyin, gerçek hayatta muhtemelen ihtiyaç duymayacağı bilgiyi korumak için fazladan enerji harcamama özelliğiyle verimlidir." demektedir .
Görüldüğü gibi beyindeki düzenleme ve işleyiş mükemmel bir tasarıma sahiptir. Bu organın Discovery Channel'ın ileri sürdüğü gibi rastlantılara dayalı bir "evrim" süreciyle oluştuğuna inanmaksa, yeryüzündeki bilgisayarların mühendisler tarafından yapılmadığına, bir takım rastlantılar sonucunda, plastik ve metallerin gelişigüzel birleşmeleriyle oluştuklarına inanmak gibidir.
Discovery Channel kendi ön yargıları doğrultusunda her biyolojik yapıyı evrimle açıklamaya çalıştığı için beyin hakkında da böyle çıkarımlar yapmaktadır. Oysa beyin gibi bir organın evrim teorisinin hayali mekanizmalarıyla ortaya çıkamayacağı açıktır. Evrimciler, beyindeki düzenin, tamamen rastlantısal mutasyonlarla oluştuğunu ileri sürmektedirler. Hiç bir düşünme kapasiteleri olmayan bakterilerin, sadece rastlantılara dayalı uzun bir "evrim süreci" sonucunda, insan beyni gibi muhteşem bir tasarımı oluşturduğunu iddia etmektedirler. Hiç bir bilimsel dayanağı olmayan bu iddia, akla da aykırıdır. Genetik araştırmalar, mutasyonların genlere bilgi eklemesi diye bir durumun söz konusu olamayacağını, eğer etkili olacaklarsa organizmaya daima zarar verdiklerini göstermiştir. Laboratuvarlarda yapılan suni mutasyonlar tek bir canlıya dahi fayda sağlamış değildir. Mutasyona maruz kalan embriyoların sakat veya ölü doğdukları görülmüştür. Mutasyonla beyindeki gibi 'düzen' sağlanamayacağı açıktır. Bunun gerçekleşme ihtimali, bir hesap makinesine vurulacak çekiç darbelerinin onu dünyanın en kompleks bilgisayarına dönüştürmesi kadar uzak bir olasılıktır.
TV Kanalının Beyin Hakkındaki Yorumları Ön Yargılarını Açığa Vuruyor
Kısacası Discovery Channel'ın beyinle ilgili evrim iddiası sadece kendi ön yargılarının bir ürünüdür. Belgeselde, çocukluk çağında beynin organizasyonuyla ilgili yapılan yorumlar da bunu açıkça ortaya koymaktadır. Bir çocuk büyüdükçe bulunduğu ortam, meşgul olduğu işler ve edindiği bilgiler gelişmekte olan beynindeki nöronlar arasında kurulan bağlantıları etkiler. Nöronları birbirine bağlayan sinapslar, yani bağlantılar bu bilgilerin kullanım sıklığına göre güçlenir.
Discovery Channel çocukların yaşadığı bu sürecin 'tabiat ananın' verdiği kaynaklarla şekillendiğini iddia etmektedir. "Tabiat ana" kavramı materyalistlerin beyin gibi kompleks yapıların evrimle nasıl ortaya çıkmış olabileceğini açıklayamadıkları zamanlarda başvurduğu bir kaçamaktır. Açıktır ki hiçbir tesadüf veya hiçbir doğa olayı beyin gibi kompleks bir yapıyı üretemez. Kompleks tasarımlar bilinçli bir tasarımcının varlığını gösterirler. Her bilgisayarı tasarlayan bir mühendis olduğu gibi, bilgisayardan çok daha kompleks olan, çok daha hızlı çalışan beyin gibi bir organın da tasarımcısı olmalıdır. Tabiat ananın, yani doğadaki kör tesadüflerin ve yağmur, rüzgar, şimşek gibi olayların bir bilgisayar meydana getirmesinin mümkün olmadığı gibi, beyin meydana getirmeleri de mümkün değildir.
Amigdala'nın Evrimi Bir Hayalden İbarettir
Discovery Channel Beyindeki bölgelerden biri olan amigdalanın beyinde ilk evrimleşen bölgelerden biri olduğunu ileri sürmekte ve bu iddiayı izleyicilere bilimsel bir gerçek gibi aktarmaktadır. TV kanalı amigdalayla ilgili iddiasını kanıtlayacak hiçbir bilimsel bulgu ise göstermemektedir. Göstermesi de gerçekte mümkün değildir, çünkü beyin gibi yumuşak dokular fosilleşmedikleri için günümüz canlılarının geçmişte nasıl bir beyin yapısına sahip olduğu anlaşılamamaktadır. Kısacası Discovery Channel, bilimsel kanıtlarla desteklenmeyen, gözlemlenemeyen beyin hayali evrimini hikayelerle izleyicilerine telkin etmektedir. Amigdalanın sözde evrimde önce ortaya çıktığını ileri sürmek 'bir bilgisayar işlemcisi önce ortaya çıktı, sonra diğer tüm parçalar onunla uyumlu çalışacak şekilde tesadüflerle meydana geldi' diye iddia etmek kadar temelsiz bir iddiadır.
Sonuç
Discovery Channel'a tavsiyemiz, Darwinist ön yargılarını bir yana bırakması ve beyin gibi kompleks bir tasarımın ancak bilinçli bir şekilde tasarlanmış olabileceğini, yani yaratılmış olduğunu kabullenmesidir.
Discovery Channel / 01.09.03
Discovery Channel'in insan Aklıyla İlgili Yanılgılar
Discovery Channel'da yayınlanan "Evrim: Akıldaki Büyük Patlama" isimli belgeselde insan aklı ve kültürüyle ilgili Darwinist iddialar dile getirildi. Programda Steven Pinker ve Richard Dawkins gibi koyu Darwinist bilim adamlarının görüşlerine de yer verildi. Bu yazıda söz konusu Darwinist iddialar bilimsel açıdan ele alınacak ve bunların ardındaki çarpıtmalar gözler önüne serilecektir.
İnsanın Sosyal Kişiliği Evrimle Ortaya Çıkmış Değildir
Belgeselin başında yaklaşık elli bin yıl öncesine uzanan bazı takı ve kolye bulgularından söz edilmektedir. O dönemlerde insanların kültürel açıdan sözde evrimsel bir patlama yaşadıkları ileri sürülmekte ve bazı takılar bu iddiaya kanıt olarak gösterilmektedir. Takılar eski bir insan ırkı olan Cro Magnon'a aittir. Discovery Channel'da hamile bir Cro Magnon kadınına ait olduğu tahmin edien takıların diğer insanlara mesaj vermede kullanılmış olabileceği belirtilmektedir. Bu davranışın bir sosyal kişilik göstergesi olduğu anlatıldıktan sonra, bu insanların doğada var olmayan sosyal kişilikler oluşturdukları ileri sürülmektedir.
Bu takıyla ilgili iddia tutarlı değildir. Çünkü bu takı, sosyal kişiliğin 'olmazsa olmaz' göstergesi değildir. Bu takıyla ortaya konan sosyal kişilik, daha eski insanlarda başka bir cisimle hatta cisim kullanılmaksızın (jest gibi davranışlarla) gösterilmiş olabilir. Bu nedenle bir takıya bakıp, bu takının bulunduğu devirde, daha önceden varolmayan sosyal kişilikler oluşturulduğu iddiası tümüyle dayanaksızdır.
Neandertal Adamı Gerçek Bir İnsandır
Discovery Channel'da Neandertal Adamı'nın bazı anatomik ve kültürel özellikleri çarpıtılmaktadır. Bu çarpıtma Neanderthal kelimesinin tercümesinde bile görülmektedir. Neandertal İnsanı'ndan belgeselde devamlı "Kaba taş çağı adamı" olarak söz edilmektedir. Oysa Neanderthal'in böyle bir kelime anlamı yoktur. Bu insan ırkı ismini, Almanya'nın Dusseldorf kenti yakınlarındaki Neander vadisinden almıştır ( Bu insana ait ilk bulgular 1856 yılında bu vadideki bir mağarada çalışan maden işçileri tarafından bulunmuştur).
Belgeselde, Neandertal İnsanı'nın kaba vücutlu olduğu, alınlarının geriye doğru ve dar olduğu belirtilmekte, daha sonra sanat seviyeleri hakkında spekülasyonlar yapılmaktadır. Yaşadıkları alanlarda mağara resimleri bırakmamış oldukları belirtilip 'sembolik yaşamın ipuçlarını vermedikleri' ileri sürülmektedir. Modern insanın ise sanata önem verdiği ve buna özen gösterdiği ifade edilmektedir.
Günümüz insanı ile, Neandertal arasında yapılan bu anatomik ve sanatsal karşılaştırmada ortaya çıkanlar evrimsel üstünlükler değildir. Neandertallerin güçlü beden yapısına sahip olmaları veya alınlarının dar olması onları ilkel bir tür olarak göstermeye yeterli bir kanıt değildir. Örneğin Kuzey Batı Avrupalı iri insanların, daha minyon olan Çinliler veya Pigmelere göre daha kaba ve ilkel olduğu söylenemez. Çünkü kemik ve iskelet yapısı, davranış şekli ve zeka seviyesinde bir kriter değildir.
Öte yandan, eğer anatomik özellikler kriter kabul edilecekse, evrim mantığında Neandertallerin günümüz insanından daha zeki olduğu kabul edilmelidir. Çünkü evrimciler insan zekasını beynin büyüklüğüne dayandırırlar; Neandertallerin beyin hacmi ise modern insanın beyin hacminden ortalama %13 daha büyüktür.
Neandertallerin günümüze ulaşan resimleri olmaması da bir ilkellik göstergesi değildir. Günümüzde de dünyada resim sanatıyla hiç ilgilenmeyen toplumlar vardır. Resim yapmamalarına bakılarak Neandertallerin ancak 'resimde geri' oldukları yorumu yapılabilir. Resim yapmadıkları için ilkel ara türler olarak gösterilmeleri sadece ön yargılarla ilgilidir.
Discovery Channel'da yayınlanan "Evrim: Akıldaki Büyük Patlama" isimli belgeselde insan aklı ve kültürüyle ilgili Darwinist iddialar dile getirildi. Programda Steven Pinker ve Richard Dawkins gibi koyu Darwinist bilim adamlarının görüşlerine de yer verildi. Bu yazıda söz konusu Darwinist iddialar bilimsel açıdan ele alınacak ve bunların ardındaki çarpıtmalar gözler önüne serilecektir.
İnsanın Sosyal Kişiliği Evrimle Ortaya Çıkmış Değildir
Belgeselin başında yaklaşık elli bin yıl öncesine uzanan bazı takı ve kolye bulgularından söz edilmektedir. O dönemlerde insanların kültürel açıdan sözde evrimsel bir patlama yaşadıkları ileri sürülmekte ve bazı takılar bu iddiaya kanıt olarak gösterilmektedir. Takılar eski bir insan ırkı olan Cro Magnon'a aittir. Discovery Channel'da hamile bir Cro Magnon kadınına ait olduğu tahmin edien takıların diğer insanlara mesaj vermede kullanılmış olabileceği belirtilmektedir. Bu davranışın bir sosyal kişilik göstergesi olduğu anlatıldıktan sonra, bu insanların doğada var olmayan sosyal kişilikler oluşturdukları ileri sürülmektedir.
Bu takıyla ilgili iddia tutarlı değildir. Çünkü bu takı, sosyal kişiliğin 'olmazsa olmaz' göstergesi değildir. Bu takıyla ortaya konan sosyal kişilik, daha eski insanlarda başka bir cisimle hatta cisim kullanılmaksızın (jest gibi davranışlarla) gösterilmiş olabilir. Bu nedenle bir takıya bakıp, bu takının bulunduğu devirde, daha önceden varolmayan sosyal kişilikler oluşturulduğu iddiası tümüyle dayanaksızdır.
Neandertal Adamı Gerçek Bir İnsandır
Discovery Channel'da Neandertal Adamı'nın bazı anatomik ve kültürel özellikleri çarpıtılmaktadır. Bu çarpıtma Neanderthal kelimesinin tercümesinde bile görülmektedir. Neandertal İnsanı'ndan belgeselde devamlı "Kaba taş çağı adamı" olarak söz edilmektedir. Oysa Neanderthal'in böyle bir kelime anlamı yoktur. Bu insan ırkı ismini, Almanya'nın Dusseldorf kenti yakınlarındaki Neander vadisinden almıştır ( Bu insana ait ilk bulgular 1856 yılında bu vadideki bir mağarada çalışan maden işçileri tarafından bulunmuştur).
Belgeselde, Neandertal İnsanı'nın kaba vücutlu olduğu, alınlarının geriye doğru ve dar olduğu belirtilmekte, daha sonra sanat seviyeleri hakkında spekülasyonlar yapılmaktadır. Yaşadıkları alanlarda mağara resimleri bırakmamış oldukları belirtilip 'sembolik yaşamın ipuçlarını vermedikleri' ileri sürülmektedir. Modern insanın ise sanata önem verdiği ve buna özen gösterdiği ifade edilmektedir.
Günümüz insanı ile, Neandertal arasında yapılan bu anatomik ve sanatsal karşılaştırmada ortaya çıkanlar evrimsel üstünlükler değildir. Neandertallerin güçlü beden yapısına sahip olmaları veya alınlarının dar olması onları ilkel bir tür olarak göstermeye yeterli bir kanıt değildir. Örneğin Kuzey Batı Avrupalı iri insanların, daha minyon olan Çinliler veya Pigmelere göre daha kaba ve ilkel olduğu söylenemez. Çünkü kemik ve iskelet yapısı, davranış şekli ve zeka seviyesinde bir kriter değildir.
Öte yandan, eğer anatomik özellikler kriter kabul edilecekse, evrim mantığında Neandertallerin günümüz insanından daha zeki olduğu kabul edilmelidir. Çünkü evrimciler insan zekasını beynin büyüklüğüne dayandırırlar; Neandertallerin beyin hacmi ise modern insanın beyin hacminden ortalama %13 daha büyüktür.
Neandertallerin günümüze ulaşan resimleri olmaması da bir ilkellik göstergesi değildir. Günümüzde de dünyada resim sanatıyla hiç ilgilenmeyen toplumlar vardır. Resim yapmamalarına bakılarak Neandertallerin ancak 'resimde geri' oldukları yorumu yapılabilir. Resim yapmadıkları için ilkel ara türler olarak gösterilmeleri sadece ön yargılarla ilgilidir.
Resim yapmamaları sanatla ilgili olmadıklarını da göstermeye yetmez. Slovenya'daki bir Neandertal mağarasında çıkarılan bir flüt bu insanların müzik kültürüne sahip olduklarını göstermektedir. Bu flüt bulunan en eski müzik enstrümanıdır. Bir ayı kemiğinden yapılma flütün, özel olarak açılan dört delik sayesinde nota çıkarabildiği belirlenmiştir. Kuşkusuz flüt yapıp melodiler çalmak ancak soyut düşünceyle mümkün olabilir. Müziği yorumlayan, melodiler çıkaran bu insanların dans edip eğlenceler düzenlediklerini kabul etmek için hiçbir engel yoktur.
Ayrıca Neandertallerin hasta ve yaralıları tedavi ettikleri ve ölülerini çiçeklerle birlikte gömdükleri de tespit edilmiştir. Tüm bunlar sevgi ve şefkat kavramlarına sahip sosyal insanlar olduklarını göstermektedir. Bu nedenle Neandertallerin ilkel olduklarını ve günümüz insanına göre sözde evrimde aşağı bir tür olduklarını savunmak, Discovery Channel TV'nin ön yargısından başka bir değildir.
Steven Pinker'ın Gizlediği Materyalizm Açmazı
Discovery Channel'da, Massachussettes Teknoloji Enstitüsü (MIT) psikologlarından Steven Pinker'ın, insan davranışlarının kökeni hakkındaki yanlış tezleri de bir gerçek gibi aktarılmıştır. Pinker bu konuda şunları iddia etmektedir:
"Davranışlarımız sinir hücreleri ve bunların ilişkileriyle ilgilidir. Beynimizde yüz milyar sinir hücresi ve bunların arasında yüz trilyon bağlantı vardır. Bunların nasıl bir düzene oturtulduğunu düşündüğünüzde aklınız karışıyor. Evrim sürecimizde önemli olan, bunların sayısının artması değil zekayı desteklemek için nasıl düzenlenmeleri gerektiğiydi. Davranışlarımız, sinir hücreleri ve bunların ilişkileriyle ilgilidir."
İnsan beyni, Pinker'ın da belirttiği gibi son derece kompleks bir yapıdadır. Hatta bilim dergilerinde, insan beyni için 'evrendeki en kompleks şey' tanımlaması yapılmaktadır. Ayrıca beyindeki tasarım sahip olduğu işlem kapasitesiyle bilgisayar mühendislerine ilham kaynağı olacak kadar üstündür. Ünlü IBM firmasının teknoloji uzmanı Dr. Kerry Bernstein, MSNBC.com'da yayınlanan "Beyin Bilgisayarlara Ders Öğretiyor" başlıklı haber-ropörtajda, IBM merkezinde her yıl düzenli olarak nörologların katılımıyla konferanslar düzenlediğini ve mühendislerini beyindeki tasarım konusunda bilgilendirdiğini ifade etmektedir. Bernstein beyindeki işleyişin aynen taklit edilmesinin mümkün olmadığını söylemektedir:
"Beyinde olağanüstü bir paralellik hakim. Yani tek bir bit bilgi, bir anda tam 100.000 nörona yayılabiliyor. Böylece beyin, bilinen en hızlı bilgisayardan yüzbinlerce kat daha hızlı oluyor. Bizim ise bunu elektronikte gerçekleştirebilmemiz mümkün değil".
Beynin, bu üstün tasarımın yanısıra verimlilik gözetilen bir işleyişi de bulunmaktadır. Berkeley'deki California Üniversitesi'nde optometri ve psikoloji profesörü olan Martin S. Banks bu konuda: "Beyin, gerçek hayatta muhtemelen ihtiyaç duymayacağı bilgiyi korumak için fazladan enerji harcamama özelliğiyle verimlidir." demektedir .
Görüldüğü gibi beyindeki düzenleme ve işleyiş mükemmel bir tasarıma sahiptir. Pinker ve diğer Darwinistler ise, beyindeki bu düzenin, tamamen rastlantısal mutasyonlarla oluştuğunu ileri sürmektedirler. Hiç bir düşünme kapasiteleri olmayan atomların, sadece rastlantılara dayalı uzun bir "evrim süreci" sonucunda, insan beyni gibi muhteşem bir tasarımı oluşturduğunu iddia etmektedirler. Hiç bir bilimsel dayanağı olmayan bu iddia, akla da aykırıdır. Genetik araştırmalar, mutasyonların genlere bilgi eklemesi diye bir durumun söz konusu olamayacağını, eğer etkili olacaklarsa organizmaya daima zarar verdiklerini göstermiştir. Laboratuvarlarda yapılan suni mutasyonlar tek bir canlıya dahi fayda sağlamış değildir. Mutasyona maruz kalan embriyoların sakat veya ölü doğdukları görülmüştür. Mutasyonla beyindeki gibi 'düzen' sağlanamayacağı açıktır. Bunun gerçekleşme ihtimali, bir hesap makinesine vurulacak çekiç darbelerinin onu dünyanın en kompleks bilgisayarına dönüştürmesi kadar imkansızdır.
Davranışların sinir hücreleri ve bunların ilişkileriyle ilgili olduğu iddiası da bir dogmadır. Beyinde davranışlarla ilgili nöron aktivitesi tespit edilmektedir, ama tüm davranışların kaynağı olan bilincin beyne indirgenebilen bir açıklaması yoktur. MIT'de sosyal psikolog olarak görev yapan Daniel Wegner davranışın mucizevi yönünü şöyle ifade etmektedir:
"Bilinçli istek ile davranış arasındaki ilişki, bir sihirbazın değneğiyle bir şapkadan çıkardığı tavşan arasındaki ilişki gibidir-- sadece tavşanı çıkaran şey sanki değnekmiş gibi görünüyor."
Davranış, insanın çevresine uyma ya da çevresini kendisine uydurma arasında yaptığı seçimleri gerçekleştirmeye yönelik hareketlerdir. Bu davranışların mümkün olması kişinin kendisi ve çevresi hakkında bilgi sahibi olması yani bilinç sahibi olmasıyla ilgilidir. Bilinç ise materyalizmin en büyük açmazlarından biridir. Çünkü bilinci maddeye indirmek mümkün olamamıştır: bilincin beyinde hangi bölgede ve nasıl ortaya çıktığına dair hiçbir ipucuna rastlanamamıştır. Bir hücre yığını olan insanda nasıl olup da bilincin ortaya çıktığı materyalistler açısından hala gizemini korumaktadır. Deneysel alanda yapılan beyin tarama çalışmaları da teorik alanda ortaya konan teoriler de bilinci açıklamada başarısız olmuştur. "Bilinç Problemi" isimli kitabın yazarı Colin McGinn bu başarısızlığı şu şekilde itiraf etmektedir:
"Uzun bir süredir beden-zihin problemini çözmeye çalışıyoruz. Bütün çabamıza rağmen bir sonuç alamadık. Bu problem gizemini hala sürdürüyor. Bana kalırsa bu sırrı çözemediğimizi samimi bir şekilde itiraf etmenin vakti geldi.."
Tüm bunlar davranışların, sinir hücrelerine bağımlı olmadığını ortaya koymaktadır. Steven Pinker aslında materyalizmin bilinç açmazını gayet iyi bilmektedir. Davranışları sinir hücreleri arasındaki ilişkilere dayandırırken tutarlı açıklama yapmaya değil, materyalizm açmazını örtbas edip gizlemeye çalışmaktadır.
Sosyal Konumu Koruma Davranışları Evrime Kanıt Değildir
Discovery Channel bazı şempanze davranışlarından örnek vererek insanlarla arasında akrabalık ilişkisi kurmaya çalışmaktadır. Belgeselde bir şempanzenin, dostluk kurmak istediği bir şempanzeyi etkilemek için onun düşmanı olan şempanzeyi, başka şempanzeleri tırmalıyor olduğu anda dövdüğü anlatılmakta ve böylece "arkadaşımın düşmanı düşmanımdır" mesajı verdiği belirtilmektedir. Bu örnek verildikten sonra önyargılara dayalı bir benzetme yapılmaktadır:
"Şempanzelerle ortak özelliğimiz iletişimin ne demek olduğunu ve bunun sosyal konumumuzu tehdit edebileceğini anlamamızdır".
Şempanze ve insanın bu benzer davranışa sahip olması onların evrimsel akraba oldukları iddiasına kanıt olarak gösterilemez. Çünkü bu tür güç gösterileri başka canlılar arasında da vardır. Örneğin filler kendi gruplarının bölgesine giren başka fillere izin vermezler. Ayrıca liderle giriştiği mücadeleyi kazanan fil diğer üyeler tarafından yeni lider olarak benimsenir. Kısacası şempanzeler gibi, grubun diğer üyelerine mesaj verme yeteneğine sahip, sosyal konumunu korumaya çalışan başka canlılar da vardır. Ama elbette fillerin de insanlar gibi sosyal konuma önem vermeleri bizi fillere akraba yapmaz.
Discovery Channel şempanze grubunun görüntülerine yer verdiği sırada insanın şempanzeden altı milyon yıl önce ayrılıp ayrı bir koldan evrimleştiğini ileri sürerek Darwinizm propagandası yapmaktadır. İnsanlar ve şempanzeler, doğadaki diğer tüm türler gibi, birbirlerinden tamamen ayrı canlılardır. İki türün sözde evrim sürecinde altı milyon yıl önce ayrıldıkları iddiası hiçbir bilimsel kanıta dayanmamaktadır ve sadece Darwinizm'in bir kabülüdür. Bilimsel kanıtlar bu senaryolara destek olarak gösterilen fosillerin çarpıtıldığını, gerçekte bunların ara türlere değil soyu tükenmiş insan ırklarına veya maymun türlerine ait olduğunu ortaya koymuştur. (İnsanın evrimi senaryosunun çöküşü için bkz. "Hayatın Gerçek Kökeni", Harun Yahya, Global Yayıncılık, İstanbul, 2000)
Discovery Channel'ın Dil Hakkındaki Darwinist Önyargıları
Belgeselde dilin kökeniyle ilgili olarak tamamen hayalgücüne ve ön yargıya dayalı spekülasyonlar da ortaya konmaktadır. Dilin insana kazandırdığı sosyal faydalar, sözde evrim sürecinde bireylere avantaj getirmiş gibi anlatılmaktadır. Sonra da sosyal yönü en kuvvetli olanların sözde evrim sürecinde seçilmiş olabileceği şeklinde bir iddia ortaya konmaktadır.
Discovery Channel bu iddiasına destek olabilecek hiçbir bilimsel kanıt gösterememekte ve bir masaldakine benzer anlatım ortaya koymaktadır. Burada yapılan şey, insanın dil yeteneğini alıp evrim teorisinin klasikleşmiş doğal seleksiyon hikayesine monte etmekten ibarettir. Tek taraflı olarak üstelik kanıt göstermeden hayali bir takım iddiaları bilimsel gerçek gibi sunmak elbette bilimsel bir tutum değildir.
Ayrıca Neandertallerin hasta ve yaralıları tedavi ettikleri ve ölülerini çiçeklerle birlikte gömdükleri de tespit edilmiştir. Tüm bunlar sevgi ve şefkat kavramlarına sahip sosyal insanlar olduklarını göstermektedir. Bu nedenle Neandertallerin ilkel olduklarını ve günümüz insanına göre sözde evrimde aşağı bir tür olduklarını savunmak, Discovery Channel TV'nin ön yargısından başka bir değildir.
Steven Pinker'ın Gizlediği Materyalizm Açmazı
Discovery Channel'da, Massachussettes Teknoloji Enstitüsü (MIT) psikologlarından Steven Pinker'ın, insan davranışlarının kökeni hakkındaki yanlış tezleri de bir gerçek gibi aktarılmıştır. Pinker bu konuda şunları iddia etmektedir:
"Davranışlarımız sinir hücreleri ve bunların ilişkileriyle ilgilidir. Beynimizde yüz milyar sinir hücresi ve bunların arasında yüz trilyon bağlantı vardır. Bunların nasıl bir düzene oturtulduğunu düşündüğünüzde aklınız karışıyor. Evrim sürecimizde önemli olan, bunların sayısının artması değil zekayı desteklemek için nasıl düzenlenmeleri gerektiğiydi. Davranışlarımız, sinir hücreleri ve bunların ilişkileriyle ilgilidir."
İnsan beyni, Pinker'ın da belirttiği gibi son derece kompleks bir yapıdadır. Hatta bilim dergilerinde, insan beyni için 'evrendeki en kompleks şey' tanımlaması yapılmaktadır. Ayrıca beyindeki tasarım sahip olduğu işlem kapasitesiyle bilgisayar mühendislerine ilham kaynağı olacak kadar üstündür. Ünlü IBM firmasının teknoloji uzmanı Dr. Kerry Bernstein, MSNBC.com'da yayınlanan "Beyin Bilgisayarlara Ders Öğretiyor" başlıklı haber-ropörtajda, IBM merkezinde her yıl düzenli olarak nörologların katılımıyla konferanslar düzenlediğini ve mühendislerini beyindeki tasarım konusunda bilgilendirdiğini ifade etmektedir. Bernstein beyindeki işleyişin aynen taklit edilmesinin mümkün olmadığını söylemektedir:
"Beyinde olağanüstü bir paralellik hakim. Yani tek bir bit bilgi, bir anda tam 100.000 nörona yayılabiliyor. Böylece beyin, bilinen en hızlı bilgisayardan yüzbinlerce kat daha hızlı oluyor. Bizim ise bunu elektronikte gerçekleştirebilmemiz mümkün değil".
Beynin, bu üstün tasarımın yanısıra verimlilik gözetilen bir işleyişi de bulunmaktadır. Berkeley'deki California Üniversitesi'nde optometri ve psikoloji profesörü olan Martin S. Banks bu konuda: "Beyin, gerçek hayatta muhtemelen ihtiyaç duymayacağı bilgiyi korumak için fazladan enerji harcamama özelliğiyle verimlidir." demektedir .
Görüldüğü gibi beyindeki düzenleme ve işleyiş mükemmel bir tasarıma sahiptir. Pinker ve diğer Darwinistler ise, beyindeki bu düzenin, tamamen rastlantısal mutasyonlarla oluştuğunu ileri sürmektedirler. Hiç bir düşünme kapasiteleri olmayan atomların, sadece rastlantılara dayalı uzun bir "evrim süreci" sonucunda, insan beyni gibi muhteşem bir tasarımı oluşturduğunu iddia etmektedirler. Hiç bir bilimsel dayanağı olmayan bu iddia, akla da aykırıdır. Genetik araştırmalar, mutasyonların genlere bilgi eklemesi diye bir durumun söz konusu olamayacağını, eğer etkili olacaklarsa organizmaya daima zarar verdiklerini göstermiştir. Laboratuvarlarda yapılan suni mutasyonlar tek bir canlıya dahi fayda sağlamış değildir. Mutasyona maruz kalan embriyoların sakat veya ölü doğdukları görülmüştür. Mutasyonla beyindeki gibi 'düzen' sağlanamayacağı açıktır. Bunun gerçekleşme ihtimali, bir hesap makinesine vurulacak çekiç darbelerinin onu dünyanın en kompleks bilgisayarına dönüştürmesi kadar imkansızdır.
Davranışların sinir hücreleri ve bunların ilişkileriyle ilgili olduğu iddiası da bir dogmadır. Beyinde davranışlarla ilgili nöron aktivitesi tespit edilmektedir, ama tüm davranışların kaynağı olan bilincin beyne indirgenebilen bir açıklaması yoktur. MIT'de sosyal psikolog olarak görev yapan Daniel Wegner davranışın mucizevi yönünü şöyle ifade etmektedir:
"Bilinçli istek ile davranış arasındaki ilişki, bir sihirbazın değneğiyle bir şapkadan çıkardığı tavşan arasındaki ilişki gibidir-- sadece tavşanı çıkaran şey sanki değnekmiş gibi görünüyor."
Davranış, insanın çevresine uyma ya da çevresini kendisine uydurma arasında yaptığı seçimleri gerçekleştirmeye yönelik hareketlerdir. Bu davranışların mümkün olması kişinin kendisi ve çevresi hakkında bilgi sahibi olması yani bilinç sahibi olmasıyla ilgilidir. Bilinç ise materyalizmin en büyük açmazlarından biridir. Çünkü bilinci maddeye indirmek mümkün olamamıştır: bilincin beyinde hangi bölgede ve nasıl ortaya çıktığına dair hiçbir ipucuna rastlanamamıştır. Bir hücre yığını olan insanda nasıl olup da bilincin ortaya çıktığı materyalistler açısından hala gizemini korumaktadır. Deneysel alanda yapılan beyin tarama çalışmaları da teorik alanda ortaya konan teoriler de bilinci açıklamada başarısız olmuştur. "Bilinç Problemi" isimli kitabın yazarı Colin McGinn bu başarısızlığı şu şekilde itiraf etmektedir:
"Uzun bir süredir beden-zihin problemini çözmeye çalışıyoruz. Bütün çabamıza rağmen bir sonuç alamadık. Bu problem gizemini hala sürdürüyor. Bana kalırsa bu sırrı çözemediğimizi samimi bir şekilde itiraf etmenin vakti geldi.."
Tüm bunlar davranışların, sinir hücrelerine bağımlı olmadığını ortaya koymaktadır. Steven Pinker aslında materyalizmin bilinç açmazını gayet iyi bilmektedir. Davranışları sinir hücreleri arasındaki ilişkilere dayandırırken tutarlı açıklama yapmaya değil, materyalizm açmazını örtbas edip gizlemeye çalışmaktadır.
Sosyal Konumu Koruma Davranışları Evrime Kanıt Değildir
Discovery Channel bazı şempanze davranışlarından örnek vererek insanlarla arasında akrabalık ilişkisi kurmaya çalışmaktadır. Belgeselde bir şempanzenin, dostluk kurmak istediği bir şempanzeyi etkilemek için onun düşmanı olan şempanzeyi, başka şempanzeleri tırmalıyor olduğu anda dövdüğü anlatılmakta ve böylece "arkadaşımın düşmanı düşmanımdır" mesajı verdiği belirtilmektedir. Bu örnek verildikten sonra önyargılara dayalı bir benzetme yapılmaktadır:
"Şempanzelerle ortak özelliğimiz iletişimin ne demek olduğunu ve bunun sosyal konumumuzu tehdit edebileceğini anlamamızdır".
Şempanze ve insanın bu benzer davranışa sahip olması onların evrimsel akraba oldukları iddiasına kanıt olarak gösterilemez. Çünkü bu tür güç gösterileri başka canlılar arasında da vardır. Örneğin filler kendi gruplarının bölgesine giren başka fillere izin vermezler. Ayrıca liderle giriştiği mücadeleyi kazanan fil diğer üyeler tarafından yeni lider olarak benimsenir. Kısacası şempanzeler gibi, grubun diğer üyelerine mesaj verme yeteneğine sahip, sosyal konumunu korumaya çalışan başka canlılar da vardır. Ama elbette fillerin de insanlar gibi sosyal konuma önem vermeleri bizi fillere akraba yapmaz.
Discovery Channel şempanze grubunun görüntülerine yer verdiği sırada insanın şempanzeden altı milyon yıl önce ayrılıp ayrı bir koldan evrimleştiğini ileri sürerek Darwinizm propagandası yapmaktadır. İnsanlar ve şempanzeler, doğadaki diğer tüm türler gibi, birbirlerinden tamamen ayrı canlılardır. İki türün sözde evrim sürecinde altı milyon yıl önce ayrıldıkları iddiası hiçbir bilimsel kanıta dayanmamaktadır ve sadece Darwinizm'in bir kabülüdür. Bilimsel kanıtlar bu senaryolara destek olarak gösterilen fosillerin çarpıtıldığını, gerçekte bunların ara türlere değil soyu tükenmiş insan ırklarına veya maymun türlerine ait olduğunu ortaya koymuştur. (İnsanın evrimi senaryosunun çöküşü için bkz. "Hayatın Gerçek Kökeni", Harun Yahya, Global Yayıncılık, İstanbul, 2000)
Discovery Channel'ın Dil Hakkındaki Darwinist Önyargıları
Belgeselde dilin kökeniyle ilgili olarak tamamen hayalgücüne ve ön yargıya dayalı spekülasyonlar da ortaya konmaktadır. Dilin insana kazandırdığı sosyal faydalar, sözde evrim sürecinde bireylere avantaj getirmiş gibi anlatılmaktadır. Sonra da sosyal yönü en kuvvetli olanların sözde evrim sürecinde seçilmiş olabileceği şeklinde bir iddia ortaya konmaktadır.
Discovery Channel bu iddiasına destek olabilecek hiçbir bilimsel kanıt gösterememekte ve bir masaldakine benzer anlatım ortaya koymaktadır. Burada yapılan şey, insanın dil yeteneğini alıp evrim teorisinin klasikleşmiş doğal seleksiyon hikayesine monte etmekten ibarettir. Tek taraflı olarak üstelik kanıt göstermeden hayali bir takım iddiaları bilimsel gerçek gibi sunmak elbette bilimsel bir tutum değildir.
İnsanın düşünmesini, diğer insanlarla mükemmel bir şekilde iletişim kurmasını sağlayan dil insana has, mucizevi bir yetenektir. Tüm insanlar dil öğrenme yeteneğine doğuştan sahiptir; dünyanın herhangi bir yerinde doğmuş bir bebek, dünyanın herhangi bir yerinde konuşulan dili öğrenebilir.
Dil, yapı olarak tümce bilim, gramer, kelime bilimin karmaşık kurallarına dayanmaktadır. Bir insanın iki üç cümleyle bir şeyler anlatması dışarıdan basit bir davranış gibi görülebilir. Oysa bunun gerçekleşmesinde birçok karmaşık işlem çok kısa bir sürede tamamlanmaktadır: Konuyla ilgili soyut kavramlar akla getirilmekte, bunlarla ilgili kelimeler seçilmekte daha sonra bunlar doğru sırada dizilmiş olarak karşı tarafa aktarılmaktadır.
Boston Üniversitesi'nden Frank Guenther, "Rahatlıkla söyleyebilirim ki, konuşma, insanların gerçekleştirdiği en karmaşık kas hareketidir." demektedir . Guenther, konuşma sırasında beynin, yüz, boğaz, göğüs ve kasıklarda 100 ayrı kası kontrol ettiğini belirtmekte, dahası tüm bunların bizim düşünmemize gerek kalmadan spontane şekilde başarılmasını vurgulamaktadır. Ortalama 3 heceli basit bir kelimedeki fonemleri, sesli ve sessiz harfleri bizim planlayıp söylememizin 3-4 saniye alacağını ifade eden Guenther, normalde tüm kelimelerin otomatik olarak ağzımızdan çıktığını söylemektedir. Üstelik konuşurken hangi kasımızı ne kadar kasacağımızı da ayarlamak mecburiyetinde değilizdir. Dil tam anlamıyla bir mucizedir.
Dilin kökenini evrimle açıklamaya çalışan Discovery Channel, dedikoduyu da doğal seleksiyon hikayesiyle ele almaktadır. İnsanlar arasında geçen konuşmaların üçte ikisinin dedikodu olduğu belirtildikten sonra, dedikodu bir sermayeye benzetilmekte ve onu ilk öğrenen kişinin diğerlerine pazarlayacak bilgi kazandığı, dolayısıyla dedikodunun (evrimsel) bir faydası olduğu ileri sürülmektedir.
Elbette dedikoduyla ilgili bu iddia tamamen hayal ürünüdür. Dahası tutarlı bir iddia da değildir çünkü dedikodunun bir sermaye olduğu doğru değildir. Eğer öyle olsaydı en çok dedikodu yapanlar bugün toplumda en saygın kişiler olurdu.
Richard Dawkins'in Çarpıtmaları
Discovery Channel'da koyu bir Darwinist ve ateist olan Oxford Üniversitesi zooloğu Richard Dawkins'in de iddialarına yer verilmektedir. Dawkins her türlü kültürel davranışı (fikir, jest vs.) 'mem' kavramı altında ele almaktadır. Memleri, insandan insana taklit edilerek aktarılan fikirler olarak tanımlayan Dawkins, genlerin DNA da kopyalanıp insandan insana aktarılması gibi memlerin de beyin ve davranışlar tarafından kopyalanıp insandan insana aktarıldığını ileri sürmektedir. Genler arasındaki sözde rekabetin biyolojik evrimi şekillendirdiği; memler arasındaki rekabetin de beyni ve kültürü şekillendirdiği iddia edilmektedir. Dawkins daha sonra, insanın sözde evrimini ilerleten kuvvetin memler, yani benzeşmeler olduğunu ileri sürmektedir.
Dawkins'in mem kavramıyla tanımladığı fikirler elbette değişip gelişim gösterebilir. Örneğin fikirler tartışılabilir, bunun sonucunda bazı fikirler elenebilir. Böylece kültürde ilerleme de yaşanabilir. Bunların yanısıra bazı insan davranışları, başka insanların davranışlarını taklit de edebilir. Dawkins'in söylediklerinde buraya kadar bir yanlışlık bulunmamaktadır. Yanlışlık bunları insanın evrimi senaryolarına kanıt olarak gösterince ortaya çıkmaktadır. Çünkü memler soyut düşünceyle ilgilidir. Fikirleri aktarma, kopyalama veya geliştirme yeteneğine sahip yegane canlı da akıl sahibi olan insandır. Sanat eserleri yapan, bilimsel teoriler geliştiren, siyasal rejimler tasarlayıp üreten insanla, hiçbir soyut düşünce yeteneği olmayan hayvanlar arasında memlere dayalı ilişki kurulamaz. Dawkins sadece insana has bir özelliği ele alıp tanımlamak yerine ilk olarak hayvandan insana sözde geçişte soyut düşüncenin nasıl ortaya çıkmış olabileceğini açıklamalıdır. Evrimcilerin açıklayamadıkları şunlardır: Nasıl olup da düşünemeyen, konuşamayan, çevresinde olanlar ve kendisi arasında detaylı bağlantılar kuramayan bir hayvan; düşünen, konuşan, akıl ve üstün zeka sahibi insana dönüşebilir? Bu zihinsel uçurum nasıl ve hangi evrimleştirici mekanizmayla aşılmış olabilir?
Elbette ne Dawkins ne de başka bir evrimcinin bu sorulara verebilecek tutarlı bir cevabı yoktur. Çünkü soyut düşüncenin maddeci bir yaklaşımla açıklanması, Colin McGinn'in de itiraf ettiği gibi, mümkün değildir.
Bu büyük uçurumun sözde evrimle nasıl aşılabileceğine dair hiçbir kanıta sahip olmayan Dawkins, tamamen hayali bir iddiada bulunmaktadır:
"Kültür birimleri DNA molekülleri gibi kendini kopyalarsa o zaman yeni bir Darwinizm teorisi oluşabilir."
Discovery Channel'da bu iddia ortaya atıldıktan sonra hiçbir yorum yapılmamaktadır. Doğal olarak kültür biriminin ne olduğu ve insan kültürünün bu birimlerin kopyalanmasıyla nasıl oluşmuş olabileceğine dair açıklama yapılması gerekir. Dolayısıyla bu yüzeysel ifadeler bilimsel açıdan bir anlam ifade etmemektedir.
Son olarak, genler arasında rekabet olduğu ve bu rekabetin biyolojik evrimi şekillendirdiği iddiası, rastgele mutasyonların etkisi gözönüne alındığında geçersiz kalmaktadır. Dawkins tüm evrimcilerin yaptığı gibi DNA da saklı olan yüklü miktarda bilginin tesadüflerle ortaya çıktığını bir dogma olarak benimsemektedir. Genetik araştırmalar rastgele mutasyonların türlerin DNAsına bilgi ekleyerek onları başka türlere dönüştürmesinin mümkün olmadığını ortaya koymuştur. Evrimin genetik dayanağı olan mutasyonların teoriyi gerçekte nasıl açmaza soktuğuyla ilgili bilimsel kanıtları Harun Yahya'nın "Hayatın Gerçek Kökeni" isimli eserinden okuyabilirsiniz.
Sonuç: İnsan Aklının Kaynağı Evrimsel Patlama Değil, Yaratılıştır.
İnsan diğer canlılardan çok üstün bir varlıktır. Kurduğu medeniyet muhteşem bir bilgi birikimi ortaya koymaktadır. Felsefe, tıp, üniversiteler, bilim, teknoloji, siyaset, sanat... tüm bunların kaynağı sahip olduğu bilinçten kaynaklanmaktadır. Bilinç, dil ve konuşma ise materyalizmle açıklanması asla mümkün olmayan kavramlardır. İnsanın akıl veya beden açısından şempanzelerle hiçbir akrabalığı yoktur. Aklın kaynağını dahi açıklayamayan evrimle, akılda bir patlama yaşanması mümkün değildir. Darwinizm'in büyük yanılgısı ortadadır: Hiçbir patlama düzen doğurmaz. Kör tesadüflerle ortaya çıkan rastgele mutasyonlar insan beyninde bir patlama meydana getirip 'dünyanın en kompleks' tasarımını meydana getiremez.
Materyalistlerin kabul etmek istemediği gerçek ortadadır: İnsan aklının ve bilincinin maddeyle açıklanması mümkün değildir. Beyindeki atomlar hissedemez, bilemez ve konuşamazlar. İnsan aklının kaynağı şuursuz atomlar değil, Yüce Allah'ın ilhamıdır.
Dil, yapı olarak tümce bilim, gramer, kelime bilimin karmaşık kurallarına dayanmaktadır. Bir insanın iki üç cümleyle bir şeyler anlatması dışarıdan basit bir davranış gibi görülebilir. Oysa bunun gerçekleşmesinde birçok karmaşık işlem çok kısa bir sürede tamamlanmaktadır: Konuyla ilgili soyut kavramlar akla getirilmekte, bunlarla ilgili kelimeler seçilmekte daha sonra bunlar doğru sırada dizilmiş olarak karşı tarafa aktarılmaktadır.
Boston Üniversitesi'nden Frank Guenther, "Rahatlıkla söyleyebilirim ki, konuşma, insanların gerçekleştirdiği en karmaşık kas hareketidir." demektedir . Guenther, konuşma sırasında beynin, yüz, boğaz, göğüs ve kasıklarda 100 ayrı kası kontrol ettiğini belirtmekte, dahası tüm bunların bizim düşünmemize gerek kalmadan spontane şekilde başarılmasını vurgulamaktadır. Ortalama 3 heceli basit bir kelimedeki fonemleri, sesli ve sessiz harfleri bizim planlayıp söylememizin 3-4 saniye alacağını ifade eden Guenther, normalde tüm kelimelerin otomatik olarak ağzımızdan çıktığını söylemektedir. Üstelik konuşurken hangi kasımızı ne kadar kasacağımızı da ayarlamak mecburiyetinde değilizdir. Dil tam anlamıyla bir mucizedir.
Dilin kökenini evrimle açıklamaya çalışan Discovery Channel, dedikoduyu da doğal seleksiyon hikayesiyle ele almaktadır. İnsanlar arasında geçen konuşmaların üçte ikisinin dedikodu olduğu belirtildikten sonra, dedikodu bir sermayeye benzetilmekte ve onu ilk öğrenen kişinin diğerlerine pazarlayacak bilgi kazandığı, dolayısıyla dedikodunun (evrimsel) bir faydası olduğu ileri sürülmektedir.
Elbette dedikoduyla ilgili bu iddia tamamen hayal ürünüdür. Dahası tutarlı bir iddia da değildir çünkü dedikodunun bir sermaye olduğu doğru değildir. Eğer öyle olsaydı en çok dedikodu yapanlar bugün toplumda en saygın kişiler olurdu.
Richard Dawkins'in Çarpıtmaları
Discovery Channel'da koyu bir Darwinist ve ateist olan Oxford Üniversitesi zooloğu Richard Dawkins'in de iddialarına yer verilmektedir. Dawkins her türlü kültürel davranışı (fikir, jest vs.) 'mem' kavramı altında ele almaktadır. Memleri, insandan insana taklit edilerek aktarılan fikirler olarak tanımlayan Dawkins, genlerin DNA da kopyalanıp insandan insana aktarılması gibi memlerin de beyin ve davranışlar tarafından kopyalanıp insandan insana aktarıldığını ileri sürmektedir. Genler arasındaki sözde rekabetin biyolojik evrimi şekillendirdiği; memler arasındaki rekabetin de beyni ve kültürü şekillendirdiği iddia edilmektedir. Dawkins daha sonra, insanın sözde evrimini ilerleten kuvvetin memler, yani benzeşmeler olduğunu ileri sürmektedir.
Dawkins'in mem kavramıyla tanımladığı fikirler elbette değişip gelişim gösterebilir. Örneğin fikirler tartışılabilir, bunun sonucunda bazı fikirler elenebilir. Böylece kültürde ilerleme de yaşanabilir. Bunların yanısıra bazı insan davranışları, başka insanların davranışlarını taklit de edebilir. Dawkins'in söylediklerinde buraya kadar bir yanlışlık bulunmamaktadır. Yanlışlık bunları insanın evrimi senaryolarına kanıt olarak gösterince ortaya çıkmaktadır. Çünkü memler soyut düşünceyle ilgilidir. Fikirleri aktarma, kopyalama veya geliştirme yeteneğine sahip yegane canlı da akıl sahibi olan insandır. Sanat eserleri yapan, bilimsel teoriler geliştiren, siyasal rejimler tasarlayıp üreten insanla, hiçbir soyut düşünce yeteneği olmayan hayvanlar arasında memlere dayalı ilişki kurulamaz. Dawkins sadece insana has bir özelliği ele alıp tanımlamak yerine ilk olarak hayvandan insana sözde geçişte soyut düşüncenin nasıl ortaya çıkmış olabileceğini açıklamalıdır. Evrimcilerin açıklayamadıkları şunlardır: Nasıl olup da düşünemeyen, konuşamayan, çevresinde olanlar ve kendisi arasında detaylı bağlantılar kuramayan bir hayvan; düşünen, konuşan, akıl ve üstün zeka sahibi insana dönüşebilir? Bu zihinsel uçurum nasıl ve hangi evrimleştirici mekanizmayla aşılmış olabilir?
Elbette ne Dawkins ne de başka bir evrimcinin bu sorulara verebilecek tutarlı bir cevabı yoktur. Çünkü soyut düşüncenin maddeci bir yaklaşımla açıklanması, Colin McGinn'in de itiraf ettiği gibi, mümkün değildir.
Bu büyük uçurumun sözde evrimle nasıl aşılabileceğine dair hiçbir kanıta sahip olmayan Dawkins, tamamen hayali bir iddiada bulunmaktadır:
"Kültür birimleri DNA molekülleri gibi kendini kopyalarsa o zaman yeni bir Darwinizm teorisi oluşabilir."
Discovery Channel'da bu iddia ortaya atıldıktan sonra hiçbir yorum yapılmamaktadır. Doğal olarak kültür biriminin ne olduğu ve insan kültürünün bu birimlerin kopyalanmasıyla nasıl oluşmuş olabileceğine dair açıklama yapılması gerekir. Dolayısıyla bu yüzeysel ifadeler bilimsel açıdan bir anlam ifade etmemektedir.
Son olarak, genler arasında rekabet olduğu ve bu rekabetin biyolojik evrimi şekillendirdiği iddiası, rastgele mutasyonların etkisi gözönüne alındığında geçersiz kalmaktadır. Dawkins tüm evrimcilerin yaptığı gibi DNA da saklı olan yüklü miktarda bilginin tesadüflerle ortaya çıktığını bir dogma olarak benimsemektedir. Genetik araştırmalar rastgele mutasyonların türlerin DNAsına bilgi ekleyerek onları başka türlere dönüştürmesinin mümkün olmadığını ortaya koymuştur. Evrimin genetik dayanağı olan mutasyonların teoriyi gerçekte nasıl açmaza soktuğuyla ilgili bilimsel kanıtları Harun Yahya'nın "Hayatın Gerçek Kökeni" isimli eserinden okuyabilirsiniz.
Sonuç: İnsan Aklının Kaynağı Evrimsel Patlama Değil, Yaratılıştır.
İnsan diğer canlılardan çok üstün bir varlıktır. Kurduğu medeniyet muhteşem bir bilgi birikimi ortaya koymaktadır. Felsefe, tıp, üniversiteler, bilim, teknoloji, siyaset, sanat... tüm bunların kaynağı sahip olduğu bilinçten kaynaklanmaktadır. Bilinç, dil ve konuşma ise materyalizmle açıklanması asla mümkün olmayan kavramlardır. İnsanın akıl veya beden açısından şempanzelerle hiçbir akrabalığı yoktur. Aklın kaynağını dahi açıklayamayan evrimle, akılda bir patlama yaşanması mümkün değildir. Darwinizm'in büyük yanılgısı ortadadır: Hiçbir patlama düzen doğurmaz. Kör tesadüflerle ortaya çıkan rastgele mutasyonlar insan beyninde bir patlama meydana getirip 'dünyanın en kompleks' tasarımını meydana getiremez.
Materyalistlerin kabul etmek istemediği gerçek ortadadır: İnsan aklının ve bilincinin maddeyle açıklanması mümkün değildir. Beyindeki atomlar hissedemez, bilemez ve konuşamazlar. İnsan aklının kaynağı şuursuz atomlar değil, Yüce Allah'ın ilhamıdır.
Discovery Channel / 01.03.05
Discovery Channel ve Demode Evrimci İddialara Dayalı Propaganda Filmi
Geçtiğimiz günlerde Discovery Channel ekranlarında yeni bir maymun adam propagandası ortaya kondu. 'Biz Dünyada Yokken' ismini taşıyan belgeselde yine kostüm giydirilmiş aktörler, insanın sözde hominid olan atalarını canlandırdılar. Av etinin kanlı ellerle ve ilkel taş bıçaklarla parçalandığı sahnelerle, mağaraya taşınan etin garip gırtlak sesleri eşliğinde ateşte pişirilip yendiği sahneler birbirini izledi. Günümüzden 300.000 ila 40.000 yıl önceki dönemin anlatıldığı programda insanın ataları şuurdan yoksun, ilkel canlılar olarak yansıtıldı. Keskin taş aletler ve reçineli meşalelerin tesadüfen keşfedilmesinin canlandırıldığı programda, önce Homo erectus sonra Neandertaller konu edildi. Homo erectus'tan konuşma yeteneği olup olmadığı bilinmeyen ancak ilkel seslerle haberleşebilen hırslı bir avcı olarak söz edilirken,Homo sapiens neanderthalensis'in Buz Çağı Avrupası'ndaki zorluklara adapte olmuş ancak soyunu devam ettirme mücadelesinde Homo sapiens sapiens'e yenik düşmüş bir tür olduğu ileri sürüldü. Discovery Channel, bu canlıların gerçek insan anatomisine sahip oldukları gerçeğini tamamen gözardı ederek kendi hayalgücünde giydirdiği kemiklerden subjektif yorumlarla maymun adamlar elde ediyordu.
Bu belgeseli, hayali maymun adamların yaşamlarını konu alan diğer belgesellerden ayıran özellik, anlatılan türlerin anatomik yapısı ve bu türü tanımada anahtar teşkil eden arkeolojik bulgular hakkında bilgiler verme endişesi duyulmamasıydı. Sadece hayali maymun adamların yaşamı, dolayısıyla zihinlerde insanın gelişmiş bir maymun olduğu masalı yerleştirmeye çabalanıyordu. Maymun adamlardan 'Dough', 'Sear', 'Hog' gibi isimlerle söz edilerek bunların dev geyik ve bizonları avladıkları av partileri heyecanlı çekimlerle canlandırılıyor, karlı ormanlarda gerçekleştirdikleri göçler uzun uzun gösteriliyordu. Alışılmışın aksine anlatılan konularda evrimci bilim adamlarının yorumlarına ara ara başvurulmuyor, ortaya 'kesintisiz ve zahmetsiz' bir evrim propagandası filmi çıkıyordu.
Tüm bunlar, ortaya konan propagandanın insanın evrimi iddialarını bilimsel bulgular ışığında değerlendirmek amacını taşımadığı açıkça gösteriyordu. Amaç maymun adam görüntülerini zihinlere olabildiğince çok işlemekti. Discovery Channel insan evrimi senaryolarının dayandırıldığı türlerin anatomisini bile inceleme gereği duymadan bunları maymun adam kabul ediyor, izleyicilerden kendi Darwinist önyargılarına körükörüne inanmalarını istiyordu.
Oysa Discovery Channel ekranlarında ortaya konan tüm bu senaryolar bilimsel bulgular karşısında geçersizdir ve gözboyamaya yönelik amatör bir gösteri olmanın ötesine geçememektedir. Çünkü TV kanalının Darwinist önyargılarına göre ilkel ve vahşi canlılar gibi gösterdiği Homo erectus veHomo sapiens neanderthalensis gerçek insanlardır.
Bilimsel kanıtlar Homo erectus iskeletiyle günümüz insanı iskeleti arasında hiçbir fark bulunmadığını, Homo erectus'ta bulunan anatomik özelliklerin günümüz insan ırkları arasında görülen farklılıklardan öte gitmediğini göstermektedir. Diğer yandan Neandertallerin ilkel canlılar gibi gösterilmesi de bilimsel kanıtlara aykırıdır. Artık ünlü evrimciler bile Homo erectus'un Homo sapiens'le arasında derin farklar olmadığı,Homo sapiens'in hayali bir kategori olduğu ve bunun Homo sapiens varyasyonu olarak düşünülmesi gerektiği yönünde itiraflarda bulunmaktadırlar. Diğer yandan Neandertaller'in ilkel canlılar gibi gösterilmesi de bilimsel kanıtlara aykırıdır.Anatomik ve kültürel açıdan çağdaşı Homo sapiens'ten pek bir farkı olmayan Neandertal soyut düşünceye sahip gerçek bir insan ırkıdır.
Discovery Channel bilimsel kanıtlarla sabit bu gerçekleri kabullenmeli demode evrimci iddialara dayalı propaganda filmlerini rafa kaldırmalıdır.
Geçtiğimiz günlerde Discovery Channel ekranlarında yeni bir maymun adam propagandası ortaya kondu. 'Biz Dünyada Yokken' ismini taşıyan belgeselde yine kostüm giydirilmiş aktörler, insanın sözde hominid olan atalarını canlandırdılar. Av etinin kanlı ellerle ve ilkel taş bıçaklarla parçalandığı sahnelerle, mağaraya taşınan etin garip gırtlak sesleri eşliğinde ateşte pişirilip yendiği sahneler birbirini izledi. Günümüzden 300.000 ila 40.000 yıl önceki dönemin anlatıldığı programda insanın ataları şuurdan yoksun, ilkel canlılar olarak yansıtıldı. Keskin taş aletler ve reçineli meşalelerin tesadüfen keşfedilmesinin canlandırıldığı programda, önce Homo erectus sonra Neandertaller konu edildi. Homo erectus'tan konuşma yeteneği olup olmadığı bilinmeyen ancak ilkel seslerle haberleşebilen hırslı bir avcı olarak söz edilirken,Homo sapiens neanderthalensis'in Buz Çağı Avrupası'ndaki zorluklara adapte olmuş ancak soyunu devam ettirme mücadelesinde Homo sapiens sapiens'e yenik düşmüş bir tür olduğu ileri sürüldü. Discovery Channel, bu canlıların gerçek insan anatomisine sahip oldukları gerçeğini tamamen gözardı ederek kendi hayalgücünde giydirdiği kemiklerden subjektif yorumlarla maymun adamlar elde ediyordu.
Bu belgeseli, hayali maymun adamların yaşamlarını konu alan diğer belgesellerden ayıran özellik, anlatılan türlerin anatomik yapısı ve bu türü tanımada anahtar teşkil eden arkeolojik bulgular hakkında bilgiler verme endişesi duyulmamasıydı. Sadece hayali maymun adamların yaşamı, dolayısıyla zihinlerde insanın gelişmiş bir maymun olduğu masalı yerleştirmeye çabalanıyordu. Maymun adamlardan 'Dough', 'Sear', 'Hog' gibi isimlerle söz edilerek bunların dev geyik ve bizonları avladıkları av partileri heyecanlı çekimlerle canlandırılıyor, karlı ormanlarda gerçekleştirdikleri göçler uzun uzun gösteriliyordu. Alışılmışın aksine anlatılan konularda evrimci bilim adamlarının yorumlarına ara ara başvurulmuyor, ortaya 'kesintisiz ve zahmetsiz' bir evrim propagandası filmi çıkıyordu.
Tüm bunlar, ortaya konan propagandanın insanın evrimi iddialarını bilimsel bulgular ışığında değerlendirmek amacını taşımadığı açıkça gösteriyordu. Amaç maymun adam görüntülerini zihinlere olabildiğince çok işlemekti. Discovery Channel insan evrimi senaryolarının dayandırıldığı türlerin anatomisini bile inceleme gereği duymadan bunları maymun adam kabul ediyor, izleyicilerden kendi Darwinist önyargılarına körükörüne inanmalarını istiyordu.
Oysa Discovery Channel ekranlarında ortaya konan tüm bu senaryolar bilimsel bulgular karşısında geçersizdir ve gözboyamaya yönelik amatör bir gösteri olmanın ötesine geçememektedir. Çünkü TV kanalının Darwinist önyargılarına göre ilkel ve vahşi canlılar gibi gösterdiği Homo erectus veHomo sapiens neanderthalensis gerçek insanlardır.
Bilimsel kanıtlar Homo erectus iskeletiyle günümüz insanı iskeleti arasında hiçbir fark bulunmadığını, Homo erectus'ta bulunan anatomik özelliklerin günümüz insan ırkları arasında görülen farklılıklardan öte gitmediğini göstermektedir. Diğer yandan Neandertallerin ilkel canlılar gibi gösterilmesi de bilimsel kanıtlara aykırıdır. Artık ünlü evrimciler bile Homo erectus'un Homo sapiens'le arasında derin farklar olmadığı,Homo sapiens'in hayali bir kategori olduğu ve bunun Homo sapiens varyasyonu olarak düşünülmesi gerektiği yönünde itiraflarda bulunmaktadırlar. Diğer yandan Neandertaller'in ilkel canlılar gibi gösterilmesi de bilimsel kanıtlara aykırıdır.Anatomik ve kültürel açıdan çağdaşı Homo sapiens'ten pek bir farkı olmayan Neandertal soyut düşünceye sahip gerçek bir insan ırkıdır.
Discovery Channel bilimsel kanıtlarla sabit bu gerçekleri kabullenmeli demode evrimci iddialara dayalı propaganda filmlerini rafa kaldırmalıdır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)