Evrim teorisini savunan bazı çevreler, köşeye sıkıştıklarında, "bugünkü bilimsel bulgular evrimi desteklemese de, gelecekte evrimi destekleyen bilimsel gelişmelerin olacağı" iddiasına sarılırlar.
Aslında bu sorunun çıkış noktası, evrimcilerin bilimsel alandaki yenilgilerini itiraf etmeleridir. Soruda gizlenmiş olan gerçeği şöyle tercüme edebiliriz: "Evet, evrim teorisi savunucuları olarak modern bilimin bulgularının bu teoriyi geçersiz kıldığını kabul ediyoruz. Bu nedenle bu konuyu geleceğe havale etmekten başka çare göremiyoruz".
Oysa bilim bu mantıkla işlemez. Bir bilim adamı, kendisini önce bir teoriye körü körüne bağlayıp, sonra da ileride bir gün bu teoriyi ispatlayacağını umduğu delillerin hayalini kurmaz. Bilim, mevcut bulguları incelemek ve bunlardan sonuç çıkarmaktır. Dolayısıyla bilim adamlarının da, bilimsel bulgular tarafından ispatlanan "tasarım", yani yaratılış gerçeğini kabul etmeleri gerekir.
Yine de geleceğe randevu veren evrimciler, teoriyi ısrarla ve körü körüne savunan evrimcilerin bir adım ilerisindedirler. Çünkü bu ikinci grup, bilimsel gerçekleri görmezden gelerek, saptırarak, bilimsel sahtekarlıklar yaparak evrimi savunmaktadırlar ve bu şekilde kendilerine karşı bile yalan söyler durumdadırlar. Konuyu geleceğe erteleyen evrimciler ise yaratılışı kabul etmeye yanaşmasalar da, en azından evrim teorisinin bugün artık hiçbir çıkar yolu kalmadığını itiraf etmektedirler.
Evrimin ispatlanmasını geleceğe ısmarlayan zihniyetin psikolojisi budur. Buna rağmen bu evrimci telkin ve propaganda, özellikle teori konusunda eksik bilgilenmiş bazı insanları etkileyebilmektedir. Bu nedenle cevabın da ayrıca ortaya konması faydalı olacaktır.
Evrim teorisinin geçerliliğini temel olarak üç soru ile incelemek mümkündür:
1. İlk canlı hücresi nasıl ortaya çıkmıştır?
2. Bir canlı türü diğerine nasıl dönüşür?
3. Canlıların evrim geçirdiğine dair deliller, fosil kayıtları var mıdır?
20. yüzyıl boyunca evrim teorisinin mutlaka cevaplandırması gereken bu üç soru ile ilgili çok fazla sayıda ve çok ciddi araştırmalar yapılmıştır. Bu araştırmaların ortaya koyduğu gerçek ise canlılığın evrim tarafından açıklanamadığıdır. Soruları tek tek ele alarak incelediğimizde şu gerçeklerle karşılaşırız:
1. "İlk hücre"nin açıklanması evrim savunucularının en büyük açmazını oluşturmuştur. Bu konuda yapılan araştırmalar canlı hücresinin tesadüf kavramıyla açıklanması mümkün olmayan mükemmelliğini ortaya koymuştur. Nobel ödülü sahibi ünlü bilim adamı Fred Hoyle bu gerçeği şu sözlerle ifade eder:
Tesadüfler sonucu bir hücrenin meydana gelmesi, bir hurda yığınına isabet eden kasırganın savurduğu parçalarla tesadüfen bir Boeing 747 uçağının oluşması kadar imkansızdır.57
Bir canlı hücresinin tesadüfen oluştuğunu iddia etmek ile bir jet uçağının tesadüfen meydana geldiğini iddia etmek arasında "akılsızlık" açısından fark yoktur. Bir canlı hücresindeki tasarım, son derece ileri bir teknolojiyle, en modern tesislerde, en zeki mühendislerin ve en gelişmiş robotların ürettikleri bir uçaktaki tasarımdan kat kat daha üstündür.
Bu noktada evrimcilerin yaptıkları çarpıtmayı daha iyi değerlendirmek için bir örnek üzerinde düşünelim. Daha önce hiç saat görmemiş, örneğin ıssız bir adada yaşayan bir insanın ilk kez bir duvar saatini gördüğünü hayal edelim. 100 metre uzaktan duvar saatini gören bu insan, saati tam olarak değerlendiremeyerek, rüzgarın savurduğu toz, toprak tarafından meydana gelen herhangi bir cisimden ayıramayabilir. Ancak aynı kişi saate doğru yaklaştıkça uzaktan bakışla bile bu aletin bir tasarımın sonucu olduğunu anlayacaktır. İyice yaklaşıp da yakından gördüğü zaman ise, tasarımdan hiç şüphesi kalmaz. Bundan sonraki aşama, bu aletin özelliklerinin ve burada sergilenen sanatın incelenmesi olabilir. İçi açılıp, detaylı bir inceleme yapıldığında saatin dışarıdan gözüktüğünden çok daha büyük bir bilgi birikimi ve aklın sonucu olduğu ortaya çıkar. Yapılan her detaylı inceleme bu sonucu daha da netleştirir.
Bilimdeki ilerlemeyle canlılık hakkındaki gerçeklerin anlaşılması, saati inceleyen adamın durumuna benzerlik gösterir. Bilimsel gelişmeler canlılıktaki mükemmelliği sistem, organ, doku, hücre, hatta molekül düzeyinde ortaya koymuştur. Her yeni detayın anlaşılması, tasarımın muhteşem boyutunu biraz daha fazla anlamamızı sağlamıştır. Hücreyi "jöle dolu baloncuk" olarak algılayan 19. yüzyıl evrimcileri bu yaklaşımlarıyla, az önceki örnekteki saate 100 metre uzaktan bakan adam gibidirler. Bugün ise hücrenin, her parçası ayrı bir sanat ve tasarım örneği olan muhteşem yapısını kabul etmeyen hiçbir bilim adamı yoktur. Mikroskopla ancak görebildiğimiz o küçücük hücrenin sadece zarı bile "seçici geçirgen" cümlesiyle ifade edilen çok büyük bir aklı ve tasarımı içerir. Çevresindeki atomları, proteinleri, molekülleri tıpkı bilinç sahibi bir varlık gibi tanır ve yalnızca ihtiyacı olanı hücre içine alır. (Detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya, Hücredeki Bilinç, Global Yayıncılık) Saatteki sınırlı bilgi ve aklın tersine, canlı organizmalar sonsuz bir aklın ve tasarımının örnekleridir. Yapıları ve fonksiyonları halen dahi kısmen keşfedilmiş canlı yapılar üzerinde her geçen gün daha kapsamlı ve ayrıntılı yürütülen bilimsel araştırmalar evrimi kanıtlamak şöyle dursun, yaratılış gerçeğinin daha iyi anlaşılmasını sağlamıştır.
2. Evrimciler bir canlı türünün mutasyon ve doğal seleksiyonla bir diğer canlıya dönüştüğünü iddia ederler. Bu konuda yapılan bütün araştırmalar her iki mekanizmanın da hiçbir evrimleştirici özelliğinin olmadığını göstermiştir. Ünlü bir evrimci olan İngiltere Doğa Tarihi Müzesi baş paleontoloğuColin Patterson bu gerçeği şöyle vurgular:
Hiç kimse doğal seleksiyon mekanizmalarıyla yeni bir tür üretememiştir. Hiç kimse böyle bir şeyin yakınına bile yaklaşamamıştır. Bugün neo-Darwinizm'in en çok tartışılan konusu da budur.58
Mutasyon ile ilgili yapılan araştırmalar da mutasyonun evrimleştirici özelliğinin olmadığını göstermiştir. ABD'li genetikçi B. G. Ranganathan şunları söyler:
Mutasyonlar küçük, rastgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi ihtimalle etkisizdirler. Bu dört özellik, mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana getiremeyeceğini gösterir.59
Görüldüğü gibi evrim teorisinin türlerin oluşumu için öne sürdüğü mekanizmalar bu konuda bütünüyle etkisiz, hatta aksine zararlı mekanizmalardır. Bilim ve teknoloji düzeyinin bu gerçekleri ortaya koymak için henüz yetersiz olduğu dönemlerde hayal ürünü senaryolar şeklinde öne sürülen bu uydurma mekanizmaların bilim geliştikçe hiçbir geliştirici ve evrimleştirici özelliğinin olmadığı anlaşılmıştır.
3. Fosiller de canlılığın evrim süreciyle ortaya çıkmadığını ve muhteşem bir "tasarım" eseri olarak birdenbire yeryüzünde belirdiklerini gösterir. Bulunan tüm fosiller bu gerçeği tekrar tekrar vurgulamıştır. Yeni bulunabilecek fosillerin bu durumu değiştirebilmesi ihtimalinin olmadığı, Harvard Üniversitesinden ünlü paleontolog Niles Eldredge tarafından şöyle açıklanmaktadır:
Tüm deliller, fosil kayıtlarının ortaya koyduğu sonucun doğru olduğunu göstermektedir: (Fosil kayıtlarında) gördüğümüz boşluklar, hayatın tarihindeki gerçek olayları yansıtmaktadır, bunlar yetersiz bir fosil birikiminin sonucu değildir.60
Bir başka Amerikalı paleontolog R. Wesson da, 1991'de yayınlanan Beyond Natural Selection adlı kitabında "fosil kayıtlarındaki boşlukların gerçek ve olgusal" olduklarını şöyle açıklamaktadır:
Ne var ki, fosil kayıtlarındaki boşluklar gerçektir. Herhangi bir (evrimsel) soyoluşumunu gösterecek kayıtların yokluğu, son derece olgusaldır. Türler genellikle çok uzun zaman dilimleri boyunca sabit kalırlar. Türler ve özellikle cinsler hiçbir zaman yeni bir türe ya da cinse doğru evrim göstermezler. Bunun yerine, bir tür ya da cinsin bir diğeriyle yer değiştirdiği gözlenir. Değişim ise çoğunlukla anidir.61
Sonuç olarak, evrim teorisinin ortaya atılışından bugüne kadar yaklaşık 150 yıl geçmiştir ve bu dönem içindeki bilimsel gelişmeler evrim teorisinin aleyhine olmuştur. Bilim, canlılığın detaylarına indikçe yaratılıştaki mükemmelliğin yeni delilleri bulunmuş, canlılığın tesadüflerle oluşmasının ve çeşitlenmesinin olanaksızlığı anlaşılmıştır. Yapılan her yeni araştırma da canlılardaki tasarımın yeni delillerini ortaya koymakta, yaratılış gerçeğini gözler önüne sermektedir. Darwin'den bu yana geçen her on yıl, evrim teorisinin geçersizliğini biraz daha göstermiştir.
Kısacası bilimsel gelişim evrim teorisinin aleyhindedir. Dolayısıyla, bilimin ilerleyen dönemdeki yeni gelişmeleri, evrim teorisini desteklemeyecek, aksine geçersizliğini daha açık olarak gösterecektir.
Kaldı ki evrimin iddiaları bilim tarafından henüz çözülememiş, açıklanamamış bir konu değildir ki ileride bilim gelişince açıklanacak olsun. Tam aksine evrim teorisi modern bilimin her dalda çürüttüğü, böyle hayali bir sürecin gerçekleşmesinin her açıdan imkansızlığını ortaya koyduğu bir iddiadır. Bu duruma düşmüş bir iddianın ileride ispatlanacağını öne sürmek, evrimi ideolojilerinin temeli olarak gören Marksist-materyalist çevrelerin hayalci ve ütopyacı psikolojisinin bir ürününden başka bir şey değildir. Bu kesimlerin içine düştükleri çaresizlikten kaynaklanan bir teselli arayışından ibarettir.
Dolayısıyla, 'ileride bilim evrimi ispatlayacak' gibi bir iddianın, 'bilim ileride dünyanın öküzün boynuzunda durduğunu ispatlayacak' şeklindeki bir beklentiden hiçbir farkı yoktur.
Bu noktada evrimcilerin yaptıkları çarpıtmayı daha iyi değerlendirmek için bir örnek üzerinde düşünelim. Daha önce hiç saat görmemiş, örneğin ıssız bir adada yaşayan bir insanın ilk kez bir duvar saatini gördüğünü hayal edelim. 100 metre uzaktan duvar saatini gören bu insan, saati tam olarak değerlendiremeyerek, rüzgarın savurduğu toz, toprak tarafından meydana gelen herhangi bir cisimden ayıramayabilir. Ancak aynı kişi saate doğru yaklaştıkça uzaktan bakışla bile bu aletin bir tasarımın sonucu olduğunu anlayacaktır. İyice yaklaşıp da yakından gördüğü zaman ise, tasarımdan hiç şüphesi kalmaz. Bundan sonraki aşama, bu aletin özelliklerinin ve burada sergilenen sanatın incelenmesi olabilir. İçi açılıp, detaylı bir inceleme yapıldığında saatin dışarıdan gözüktüğünden çok daha büyük bir bilgi birikimi ve aklın sonucu olduğu ortaya çıkar. Yapılan her detaylı inceleme bu sonucu daha da netleştirir.
Bilimdeki ilerlemeyle canlılık hakkındaki gerçeklerin anlaşılması, saati inceleyen adamın durumuna benzerlik gösterir. Bilimsel gelişmeler canlılıktaki mükemmelliği sistem, organ, doku, hücre, hatta molekül düzeyinde ortaya koymuştur. Her yeni detayın anlaşılması, tasarımın muhteşem boyutunu biraz daha fazla anlamamızı sağlamıştır. Hücreyi "jöle dolu baloncuk" olarak algılayan 19. yüzyıl evrimcileri bu yaklaşımlarıyla, az önceki örnekteki saate 100 metre uzaktan bakan adam gibidirler. Bugün ise hücrenin, her parçası ayrı bir sanat ve tasarım örneği olan muhteşem yapısını kabul etmeyen hiçbir bilim adamı yoktur. Mikroskopla ancak görebildiğimiz o küçücük hücrenin sadece zarı bile "seçici geçirgen" cümlesiyle ifade edilen çok büyük bir aklı ve tasarımı içerir. Çevresindeki atomları, proteinleri, molekülleri tıpkı bilinç sahibi bir varlık gibi tanır ve yalnızca ihtiyacı olanı hücre içine alır. (Detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya, Hücredeki Bilinç, Global Yayıncılık) Saatteki sınırlı bilgi ve aklın tersine, canlı organizmalar sonsuz bir aklın ve tasarımının örnekleridir. Yapıları ve fonksiyonları halen dahi kısmen keşfedilmiş canlı yapılar üzerinde her geçen gün daha kapsamlı ve ayrıntılı yürütülen bilimsel araştırmalar evrimi kanıtlamak şöyle dursun, yaratılış gerçeğinin daha iyi anlaşılmasını sağlamıştır.
2. Evrimciler bir canlı türünün mutasyon ve doğal seleksiyonla bir diğer canlıya dönüştüğünü iddia ederler. Bu konuda yapılan bütün araştırmalar her iki mekanizmanın da hiçbir evrimleştirici özelliğinin olmadığını göstermiştir. Ünlü bir evrimci olan İngiltere Doğa Tarihi Müzesi baş paleontoloğuColin Patterson bu gerçeği şöyle vurgular:
Hiç kimse doğal seleksiyon mekanizmalarıyla yeni bir tür üretememiştir. Hiç kimse böyle bir şeyin yakınına bile yaklaşamamıştır. Bugün neo-Darwinizm'in en çok tartışılan konusu da budur.58
Mutasyon ile ilgili yapılan araştırmalar da mutasyonun evrimleştirici özelliğinin olmadığını göstermiştir. ABD'li genetikçi B. G. Ranganathan şunları söyler:
Mutasyonlar küçük, rastgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi ihtimalle etkisizdirler. Bu dört özellik, mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana getiremeyeceğini gösterir.59
Görüldüğü gibi evrim teorisinin türlerin oluşumu için öne sürdüğü mekanizmalar bu konuda bütünüyle etkisiz, hatta aksine zararlı mekanizmalardır. Bilim ve teknoloji düzeyinin bu gerçekleri ortaya koymak için henüz yetersiz olduğu dönemlerde hayal ürünü senaryolar şeklinde öne sürülen bu uydurma mekanizmaların bilim geliştikçe hiçbir geliştirici ve evrimleştirici özelliğinin olmadığı anlaşılmıştır.
3. Fosiller de canlılığın evrim süreciyle ortaya çıkmadığını ve muhteşem bir "tasarım" eseri olarak birdenbire yeryüzünde belirdiklerini gösterir. Bulunan tüm fosiller bu gerçeği tekrar tekrar vurgulamıştır. Yeni bulunabilecek fosillerin bu durumu değiştirebilmesi ihtimalinin olmadığı, Harvard Üniversitesinden ünlü paleontolog Niles Eldredge tarafından şöyle açıklanmaktadır:
Tüm deliller, fosil kayıtlarının ortaya koyduğu sonucun doğru olduğunu göstermektedir: (Fosil kayıtlarında) gördüğümüz boşluklar, hayatın tarihindeki gerçek olayları yansıtmaktadır, bunlar yetersiz bir fosil birikiminin sonucu değildir.60
Bir başka Amerikalı paleontolog R. Wesson da, 1991'de yayınlanan Beyond Natural Selection adlı kitabında "fosil kayıtlarındaki boşlukların gerçek ve olgusal" olduklarını şöyle açıklamaktadır:
Ne var ki, fosil kayıtlarındaki boşluklar gerçektir. Herhangi bir (evrimsel) soyoluşumunu gösterecek kayıtların yokluğu, son derece olgusaldır. Türler genellikle çok uzun zaman dilimleri boyunca sabit kalırlar. Türler ve özellikle cinsler hiçbir zaman yeni bir türe ya da cinse doğru evrim göstermezler. Bunun yerine, bir tür ya da cinsin bir diğeriyle yer değiştirdiği gözlenir. Değişim ise çoğunlukla anidir.61
Sonuç olarak, evrim teorisinin ortaya atılışından bugüne kadar yaklaşık 150 yıl geçmiştir ve bu dönem içindeki bilimsel gelişmeler evrim teorisinin aleyhine olmuştur. Bilim, canlılığın detaylarına indikçe yaratılıştaki mükemmelliğin yeni delilleri bulunmuş, canlılığın tesadüflerle oluşmasının ve çeşitlenmesinin olanaksızlığı anlaşılmıştır. Yapılan her yeni araştırma da canlılardaki tasarımın yeni delillerini ortaya koymakta, yaratılış gerçeğini gözler önüne sermektedir. Darwin'den bu yana geçen her on yıl, evrim teorisinin geçersizliğini biraz daha göstermiştir.
Kısacası bilimsel gelişim evrim teorisinin aleyhindedir. Dolayısıyla, bilimin ilerleyen dönemdeki yeni gelişmeleri, evrim teorisini desteklemeyecek, aksine geçersizliğini daha açık olarak gösterecektir.
Kaldı ki evrimin iddiaları bilim tarafından henüz çözülememiş, açıklanamamış bir konu değildir ki ileride bilim gelişince açıklanacak olsun. Tam aksine evrim teorisi modern bilimin her dalda çürüttüğü, böyle hayali bir sürecin gerçekleşmesinin her açıdan imkansızlığını ortaya koyduğu bir iddiadır. Bu duruma düşmüş bir iddianın ileride ispatlanacağını öne sürmek, evrimi ideolojilerinin temeli olarak gören Marksist-materyalist çevrelerin hayalci ve ütopyacı psikolojisinin bir ürününden başka bir şey değildir. Bu kesimlerin içine düştükleri çaresizlikten kaynaklanan bir teselli arayışından ibarettir.
Dolayısıyla, 'ileride bilim evrimi ispatlayacak' gibi bir iddianın, 'bilim ileride dünyanın öküzün boynuzunda durduğunu ispatlayacak' şeklindeki bir beklentiden hiçbir farkı yoktur.
57 "Hoyle on Evolution", Nature, cilt 294, 12 Kasım 1981, s. 105
58 Colin Patterson, "Cladistics", Brian Leek ile Röportaj, Peter Franz, 4 Mart 1982, BBC
59 B. G. Ranganathan, Origins?, Pennsylvania: The Banner Of Truth Trust, 1988
60 N. Eldredge and I. Tattersall, The Myths of Human Evolution, Columbia University Press, 1982, s. 59
61 R. Wesson, Beyond Natural Selection, MIT Press, Cambridge, MA, 1991, s. 45
58 Colin Patterson, "Cladistics", Brian Leek ile Röportaj, Peter Franz, 4 Mart 1982, BBC
59 B. G. Ranganathan, Origins?, Pennsylvania: The Banner Of Truth Trust, 1988
60 N. Eldredge and I. Tattersall, The Myths of Human Evolution, Columbia University Press, 1982, s. 59
61 R. Wesson, Beyond Natural Selection, MIT Press, Cambridge, MA, 1991, s. 45
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder